Trump yeni Nixon mı?

Yeni Amerikan Başkanı Donald Trump hakkında en çok dile getirilen nitelemelerden biri, bugüne kadarki diğer başkanlara pek benzememesi. Diğer birçok başkan gibi kökenden siyasetçi değil. Daha önce de politik teşebbüslerde bulunsa bile klasik partili siyasetçi değil.
Trump’ın hemen dikkat çeken bir diğer özelliği zenginliği. Amerikan tarihin en zengin başkanı olarak koltuğa oturdu. Mal varlığı konusunda epey spekülasyon yapılsa da, Forbes dergisine göre 3,7 milyar dolarlık bir serveti var. Kendi iddiası ise 10 milyar dolarlık bir servete sahip olduğu yönünde.
Trump, yaşı itibariyle de seleflerinden ayrışıyor. Önceki Amerikan başkanlarının koltuğa ilk kez oturma yaşları ortalama 55 civarındayken Trump, 70 yaşında başkanlık görevini üstlendi. Trump’ın kendisinden önceki başkan Obama’dan yaş farkı ise özellikle belirgin. 44. Amerikan Başkanı, ilk kez seçildiğinde yalnızca 47 yaşındaydı.
Bütün bunların ötesinde Trump, Amerikan tarihinin en sansasyonel başkanı aynı zamanda. Söyledikleriyle, rakiplerine ve muarızlarına yanıt verme biçimiyle ve nihayet ilk işaretlerini gördüğümüz icraat tarzıyla nevi şahsına münhasır bir siyasi karakter.
Bunlara ve başka faktörlere baktığımızda, Trump’ın, benzeri görülmemiş bir başkan olduğu söylenebilir belki ama içinde bulunduğumuz global jeopolitik konjonktür ve bu konjonktürün ABD’ye yüklediği (daha doğrusu ABD’nin kendisine vehmettiği) rol nedeniyle, yeni başkan, 1968’de Amerikan başkanı seçilen Richard Nixon’a benziyor olabilir.
Doğrudan ‘benziyor’ demek için henüz çok erken çünkü bunu söylemek için Trump’ın, uluslararası güç denklemini dönüştürmek üzere Nixon’ın üstlendiği rolü üstlenmesi ve elbette başarılı olması gerekiyor.
Günümüzde her şeyden çok Watergate skandalıyla ile anılan Richard Nixon, yakın geçmiş üzerinde ve bugün içinde bulunduğumuz global politik iklim üzerinde en büyük role sahip Amerikan başkanlarından biri aslında. İkinci kez seçilmesine rağmen patlayan skandal sonrası görevini tamamlayamayıp çekilen Nixon, Soğuk Savaş koşullarında yürüttüğü açık ve gizli politik faaliyetlerle Sovyetler Birliği ve Çin’in arasının açılmasına sebep olan, bir anlamda Sovyetlerin çöküşüne giden yolu açan ve Çin’in bugün dünya kapitalist sisteminin en büyük üretim gücü olmasını sağlayan Amerikan başkanıdır aslında.
Hikayenin detayları, Nixon döneminde dışişleri bakanlığı görevini üstlenmiş olan, o günden bugüne Amerikan dışişleri camiasının en etkili isimleri arasında yer alan Henry Kissinger’ın ‘Dünya Düzeni’ adlı kitabının sayfalarında mevcut.
Nixon’ın başkanlık dönemi Soğuk Savaş’ın en zemheri zamanlarına denk düşüyor. İkinci Dünya Savaş’ında Nazi Almanya’sına karşı müttefik olan ABD ve Sovyetler Birliği, savaştan sonra dünyayı güç alanlarına bölerek parsellediler. İngiltere ve Fransa’nın ABD’nin kanatları altına girmesi, Almanya ve Japonya’nın savaştan yenik çıkan ülkeler olarak büyük ölçüde silahsızlandırılması, ortada bu iki kutuplu güç dengesini bozacak aktör bırakmıyordu. Büyük nüfusu ve tarihsel devlet birikimiyle yalnızca Çin böyle bir role aday olabilirdi, o da 20. yüzyılın ilk yarısının tamamını siyasi istikrarsızlıkla geçirmişti.
Mao liderliğindeki komünistlerin 1949’da devrimle yönetimi devralmasından sonra iş değişti. Çin kendisini toparladıktan sonra attığı siyasi, askeri ve ekonomik adımlarla dünya sahnesine çıkmaya başladı. Bu yükselişi ve muhtemel sonuçlarını en iyi gören politikacı Nixon oldu. Soğuk Savaş’ın en tekinsiz zamanlarında, ‘Özgür Dünya’nın lideri olarak komünist bir ülkeyle ilişki kurmak neredeyse ideolojik bir günah mertebesindeyken, 70’li yılların başlarında Çin’le gizli görüşmeler başlattı.
Nixon’ın niyeti, Sovyetler ve Çin’den oluşan devasa komünist bloka meydan okumak yerine, bu güçlerden birini yanına çekmek, güç dengesini kendi lehine bozmaktı. Bunu yaparken Çin’in Rusya’ya yönelik politik, askeri ve ideolojik kaygılarını da hesaba katıyordu.
Kissinger kitabında, Nixon’ın Çin politikasının özünü ve hedeflerini şöyle ifade ediyor: “Çin’le ilişkilerin geliştirilmesi zamanla Sovyetler Birliğini tecrit edecek ya da ABD’yle ilişkilerini iyileştirmeye zorlayacaktı. ABD komünist süper güçlerin her ikisine de, onların birbirlerine olduklarından daha yakın durmayı başardığı sürece, 20 yıldır Amerikan dış siyasetine musallat olmuş Çin-Sovyet ortak dünya hegemonyası arayışı engellenecekti.”
Nixon’ın hesabı doğru çıktı. Sovyetler tüm komünist dünya üzerinde hakimiyet kuramadı, sonunda kendi ideolojik kampı da dağıldı. Bu arada Çin kapitalist dünyaya entegre oldu ve tarihsel bir ironi olarak bugün ABD’nin dünya liderliği konusundaki en büyük rakibi hüviyetiyle karşımızda duruyor.
İçinde bulunduğumuz yeni global jeostratejik denklem çerçevesinde Trump’ın dışişleri bakanlığı koltuğu için Rusya’ya hatta Putin’e yakın bir isim olan Rex Tillerson’ı tercih etmesi, diğer yandan Çin’e yönelik ticari tehditlerle göreve başlaması akla hemen şu soruları getiriyor: Acaba Trump, bir zamanlar Nixon’ın Sovyetlere karşı Çin’i yakınına çekmesine benzer şekilde, Çin’e karşı Rusya’yı müttefike dönüştürmeye mi çalışıyor? Trump bu açıdan yeni bir Nixon olabilir mi?
Bugünlerde dünya haritasına Pasifik Okyanusunu ortaya alarak bakmakta fayda var. Dünyanın geleceğini şekillendirecek esas kapışma orada yaşanacak çünkü…

 

Dikkat çekenler...