Kuvvetle muhtemel bir gelecek senaryosu

Türkiye seçim gündemine gömülmüş durumda ama bu arada dünyada global sistemin eklem yerlerini etkileyebilecek kritik gelişmeler yaşanıyor -bunların da dikkatten kaçmaması gerekiyor. Bu olaylardan en önemlisi, biz seçim gündemine girmeden önce yaşandı aslında. Uzun süredir Suriye sahasını Rusya ve İran gibi güçlerin hakimiyet kurma teşebbüslerine terk etmiş olan ABD, iki müttefiki İngiltere ve Fransa ile birlikte sahalara geri döndü. Donald Trump’ın hem Esed’i hem de Rusya’yı hedef alan tehditli tweet’leri, 13 Nisan günü onlarca füze olarak Rejim kontrolündeki şehirlerinin semalarında belirdi.
Saldırı kısa sürdü ve birçokları tarafından şov olarak nitelendirildi ancak bu durum şu gerçeği değiştirmiyor: Obama yönetiminden bu yana özellikle Ortadoğu konusunda pasif agresif bir tutum sergileyen ABD, Trump liderliğinde bu tutumunu değiştirdiğine ilişkin net bir mesaj vermiş oldu.
Rusya’nın verilen ültimatom sonrasında kenara çekilmesi, saldırı öncesinde, sırasında ve sonrasında İran’a yöneltilen hiddet ve en son Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un Whashington’da alayıvala ile ağırlanması, Batı cephesinde bir şeylerin değiştiğine işaret ediyor. Aslında uzatmadan söyleyelim: Henüz büyük ölçüde söylem düzeyinde olsa da ve şimdilik Suriye’ye yöneltilen saman aleviyle yetinilse de, Atlantik geri döndü.
Bundan sonra olacaklar bizi de yakından ilgilendiriyor. Artık Suriye’de ‘asil’ güç olarak yalnızca Rusya ve İran’la değil, ABD ve Fransa ile de daha sık muhatap olmak durumundayız. İki ülkeden yapılan açıklamalar da bu açık istikamete işaret ediyor.
Bütün bu olan bitenler, bazı gerçekleri de daha net görmemizi sağladı. Her şeyden önce Rusya sandığımızdan çok daha kırılgan bir dev. Soğuk Savaş’tan kalan askeri mirasıyla, silah ve nükleer teknolojisiyle hâlâ dünyanın büyük güçlerinden biri olmayı sürdürüyor elbette ancak geçmişten kalan bu fasadın arkasında, onu da ayakta tutacak sağlam ve sürdürülebilir ekonomik altyapı yok. Bu da telafisi çok zor bir handikap olarak ortada duruyor.
Son Suriye gerginliğinde, ABD’nin esas rakibi olarak anılan ve Rusya’dan farklı olarak askeri ve nükleer gücünün arkasında yüksek teknoloji ile donatılmış devasa bir ekonomik güce de sahip olan Çin’in büyük ölçüde çekimser kalması da dikkatten kaçmadı. Asya devinin bu tavrını, siyasi sahneye tam teşekkülü çıkmadan önce biraz daha olgunlaşma niyeti olarak da yorumlamak mümkün, Suriye’de kaybedecek pek bir şeyinin olmamasına bağlamak da.
Çin’in, eski hegemonik rakipsizliğini bir ölçüde kaybetse de hâlâ dünyanın dört bir tarafında hazır ve nazır bir güç olduğu iddiasını sürdüren ABD karşısında, dünya hakimiyetini paylaşmak üzere neler yapabileceğini görmek için, Kuzey Kore vakasını takip etmek daha sağlıklı doneler temin edebilir. Özellikle Kuzey Kore Lideri Kim Jong-un ve Güney Kore Devlet Başkanı Moon Jae-in’in, iki ülke sınırında bir araya gelip el sıkıştıkları tarihi andan sonra neler olacağına ve Çin’in nasıl bir tutum takınacağına bakmakta fayda var.
Çin’in suskunluk ve çekimserliğinin yukarıda andığımız konjonktürel nedenleri olduğu gibi, yapısal nedenleri de mevcut. Her şeyden önce Çin, Soğuk Savaş Rusya’sı gibi kendi blokuna kapanmış, araya demir duvarlar örmüş bir güç değil. Aksine diğer dünya güçleri ile ciddi ve koparılması zor ekonomik ilişkilere sahip. Global hakimiyet mücadelesine girecekse bile, bunu savaş tamtamları çalmadan, daha ‘yumuşak’ yollarla yapmak durumunda. Olası bir kapışma, rakipleri kadar kendisine de kaybettirir çünkü.
Suriye saldırısı sırasında en ilginç tutumlardan birini ise Almanya sergiledi. Fransa ve yakın zamanda Rusya ile yaşadığı Skripal krizi nedeniyle İngiltere, tereddüt etmeden ABD’nin yanı başında konum alıp bu işbirliğini günden güne güçlendirirken, Avrupa’nın merkez gücü Almanya en az Çin kadar tepkisiz kalmayı tercih etti. Bu tepkisizliğin bir nedeni Trump alerjisi ise, diğeri Almanya’nın Atlantik hakimiyeti konusunda ABD’nin kanatları altında yer almakla ilgili gönülsüzlüğü olsa gerek. Daha net ifade edelim: Yüksek ekonomik performansıyla dünyada ve Avrupa’da büyük bir güç ve pazar alanı oluşturan Merkel Almanya’sı, ABD’nin Atlantik liderliğine razı değil. Eşit olmasa bile keskin bir hiyerarşiden muaf bir ilişki içinde olmayı tercih ediyor.
Suriye vakasında takınılan tüm bu tutumlar ve sonuçta alınan konumlar, dünyanın yakın geleceği hakkında kuvvetle muhtemel bir senaryonun ipuçlarını da taşıyor. Bugün dünya güçleri arasında daha çok gevşek ittifaklar, gelip geçici kutuplaşmalar cari. Bu da esasen bir çeşit ‘güç dengesi’nden kaynaklanıyor. ABD ve Çin de dahil olmak üzere dünyada rakipsiz denebilecek hiçbir güç yok. Bu denge sürdüğü müddetçe gelgeç ittifaklar ve tematik kutuplaşmalar sürüp gidecektir. Güçte bir dalgalanma olduğunda ise daha çatışmalı bir küreyle karşı karşıya kalabiliriz.
Çin’in önlemez yükselişi ve çok geçmeden -en azından ekonomik olarak- ABD’yi sollayacağı aşikarken, bu yükseliş karşısında eskiyen dünya lideri ABD ne yapabilir? Bu sorunun bir yanıtına Suriye saldırısı sırasında şahit olduk aslında. Dünya güç dengeleri kritik eşiklere ulaştığında, daha doğrusu bu denge bozulduğunda ve ülkeler kalıcı tercihler yapmak durumunda kaldığında, ABD diğer Atlantik güçleri ile çok kolay bir araya gelip çok yakın (Soğuk Savaş dönemindekinden de yakın) ilişkiler tesis edebilir. Hatta global iddiasını sürdürmek istiyorsa böyle bir yakınlaşmaya mecbur da kalabilir. Bu yakınlaşmadan sonra ortaya çıkacak yeni güç alanı, Çin’e karşı tek dengeleyici seçenek olarak ortada duruyor. ABD ve Avrupa, güçlü kültürel ve ekonomik bağlara sahip okyanus aşırı müttefikleri ile birlikte, Çin’in nüfus gücüyle bile rekabet edecek bir çapa ulaşabilir. Bu ‘potansiyel’ blokun ekonomik, teknolojik ve askeri kapasitesini ise anmaya bile gerek yok. Dünya güç dengesindeki değişimleri bu büyük eksenler üzerinden izlemek ufuk açıcı bir bakış açısı sunabilir.

Dikkat çekenler...