Donald Trump’ın 2016’da ABD başkanı seçilmesinden sonra bu köşede, bildiğimiz anlamda globalleşmenin sonuna geldiğimizi söylemiştim. Dünya sistemi, 70’li yılların sonlarında başlayan, 80’lerde iyice ivmelenen, 90’larda belki de altın çağını yaşayan, 2000’li yıllarda ise arıza vermeye başlayan, nihayet 2008 küresel finans krizi ile duvara çarpan, hızlı bir globalleşme sürecinden geçti. Bu süreç içinde başta Çin olmak üzere Asya, dünyanın üretim üssüne ya da fabrikasına dönüştü. Başta ABD olmak üzere Batı ise, bu sürecin hem belirleyici aktörü hem de en büyük pazarı olarak konumlandı.
Asya durmadan üretti, Batı’yla birlikte tüm dünya soluksuz tüketti. Bu küresel düzenek içinde mallar ve hizmetler iyice ucuzlaştı, insanlık daha önce eşi benzeri görülmemiş bir bolluk çağı yaşadı. Bu bolluk çağının sürdürülmesi için de Batı’da, özellikle de ABD’de daha önce eşi benzeri görülmemiş türev finansal araçlar üretildi, sıradan insanlar sonuna kadar borçlandırıldı.
2008’de duvara çarpıldıktan sonra, sistemin daha fazla yürütülemeyeceği açıkça anlaşıldı. Ancak yerine yeni bir şey de konamadı. Yaşanan global tıkanmaya kalıcı bir çözüm üretilemese de, parasal genişleme yoluyla mesele ötelenmeye çalışıldı. Başka bir deyişle, hastalığa sahici ve işe yarar bir ilaç bulunamasa da, semptomlar baskılanmaya, muhtemel neticeler ertelenmeye çalışıldı.
Küreselleşmenin gelip duvara toslamasının kitlelere maliyeti de yüksek oldu. 70’lerin sonundan o güne kadar yaşanan sürecin kazananları kadar kaybedenleri de oldu. Bu işten Asyalı devletler ve Asyalı çalışan kesimler kazançlı çıktı. Zorlu koşullarda çalışmalarına rağmen, kendilerinden önceki kuşakların görmediği gelirler elde ettiler. Belirli düzeyde bir orta sınıflaşma bile gerçekleşti.
Süreçten kazançlı çıkan bir diğer kesim ise, Batı’nın sermayedarları ve yeni nesil beyaz yakalıları oldu. Asya’daki devasa fabrikalar sayesinde maliyetleri düşen sermayedarlar, servetlerine servet katarak, küresel pazarlarını genişlettikçe genişlettiler. Yeni çağın gerektirdiği yeni yetenekleri haiz Batılı beyaz yakalılar da, bolluktan paylarını aldılar.
Batı’nın ve Asya dışındaki periferi ülkelerinin geleneksel çalışan kesimleri ise, bu sürecin kaybedenleri oldular. Asya’ya göre yüksek kalan işgücü fiyatları nedeniyle çoğu, işlerini ve gelirlerini kaybederken, ciddi bir dijital altyapıya dayanan endüstriyel kompleksten de tümüyle dışlandılar neredeyse. Başka bir deyişle, işlerinden sonra umutlarını da kaybettiler.
Dünyanın pek çok ülkesinde yükselen popülist hareketlerin, ulusalcı yabancı düşmanı politikaların, göçmen karşıtı kabarmaların yakıtını, bu umutsuzluk ve hoşnutsuzluk oluşturdu. Yeni üretim ekosistemine adapte olamayan kesimler, hınçlarını en kolay hedeflere yönelttiler.
Böylece dünyanın dört bir tarafında, sağ veya sol eğilimli popülist liderler iktidara yürümeye başladı. Chavez’in de (daha sonra Maduro’nun da), Bolsonaro’nun da, Orban’ın da, SYRIZA’nın da, Beş Yıldız Hareketi’nin de, Johnson’ın da (ve bu arada Brexit’in de) ve elbette Trump’ın da hikayelerinde, bu global histerinin izlerini sürmek mümkündür.
3 Kasım’da Trump’ın mağlup olması, Biden’ın kazanması, yaşanan global tıkanıklığa nihayet bir çözüm bulunduğu anlamına gelmiyor. Sadece kitlelerin, popülist politikacıların da bu işe çare olmadığını -biraz da olsa- anladığına işaret ediyor. Kaybeden popülist Trump’ın arkasında hâlâ ciddi ve adanmış bir kitlenin olduğunu da akıldan çıkarmamak gerekiyor bu arada.
Biden ve benzeri anti-popülist liderlerin bundan sonra yapacakları, başaracakları ve başaramayacakları, dünyanın yeni gidişatına da yön verecek. Bulunduğumuz nokta itibariyle ancak şunu söyleyebiliyoruz: Ufukta yeni bir globalleşme eğilimi henüz yok ama galiba insanlığın, şimdiye kadarki medeni kazanımlarını muhafaza etmek üzere, yönelebileceği başka bir istikamet de yok.
Bundan sonra daha adil ve sürdürülebilir çözümler üretilmesi kaydıyla, neyse ki yok!