Geçtiğimiz ay bu sayfada, dünya demokrasilerinin son dönemde içine girdiği meşruiyet krizinden ve bu krizin ürettiği popülist dalgadan söz etmiş, 3 Kasım’da gerçekleşecek Amerikan başkanlık seçimlerinin bu açıdan bir dönüm noktası olup olamayacağını tartışmaya çalışmıştık. Demokrasi krizinin somutlaştığı düğümlerden bir tanesi de, eski siyasi seçkinlere ve onların taşıyıcılığını yaptığı siyasi yapılara olan güvensizlik. Dünyanın pek çok demokratik ülkesinde kadim siyasi partilerin güç kaybetmesi, yerlerini ‘türedi’ partilerin alması bu güvensizliğin apaçık tezahürü.
Bu eğilim ve tartışmalar, ünlü İtalyan iktisatçı ve sosyal bilimci Vilfredo Pareto’yu ve onun ‘seçkinler’ kuramını bir kez daha hatırlamayı zorunlu kılıyor. “Kısa aralıklar dışında insanlar her zaman bir seçkin azınlık tarafından yönetilmişlerdir” diyen Pareto’ya göre, insanlık tarihi de bir seçkinler sirkülasyonundan ibarettir. Kendi ifadesiyle “insanlık tarihi seçkinlerin durmadan devam eden yer değiştirme tarihidir.” Kısacası Pareto’ya göre seçkinlerin varlığı ve yönetmesi kaçınılmazdır.
Aynı zamanda “Tarih, bir seçkinler mezarlığıdır” diyen Pareto, seçkinlerin bulundukları konumu sonsuza kadar muhafaza edemeyeceğine de dikkat çeker. Buna göre, hakim konumda bulunan bir seçkin grubu zaman içinde düşüşe geçerken, onlara meydan okuyan yeni seçkin grubu adım adım yükselir. Bu tarihsel kaçınılmazlığa vurgu yapan Pareto’ya göre, mevcut seçkinler iktidarlarını muhafaza etmek istiyorlarsa, yükselen yeni seçkinleri aralarına almaya razı olmalıdırlar. Aksi takdirde güçlerini tümüyle kaybedebilirler. Devrim dediğimiz şey de, seçkinler sirkülasyonunun bir şekilde tıkanmasından başka bir şey değildir. Bugün içinde bulunduğumuz koşullarda, özellikle de dünyanın dört bir tarafında ortaya çıkan ‘popülist hareketlerde’, eski iktidar seçkinlerinin yoğun bir sorgulamaya tabi tutulduğunu gözlemleyebiliyoruz. Bunu, bir seçkin sirkülasyonunun kriz anı olarak değerlendirmek de mümkündür. Eski seçkinlerin dünya çapında güç kaybetmesinin Paretocu anlamda döngüsel nedenleri var kuşkusuz, ancak birtakım çağ gerçekleri de bu düşüşte etkili olmuş gibi görünüyor.
Eskiden kaf dağının ardında bulunan, sesleri ancak uzaktan işitilen, sadece ince bir elekten geçirilmiş hallerini görebildiğimiz, böylece kendileri, uzmanlıkları ve otoriteleri sorgulanmaz olan seçkinler, bugün başta internet ve sosyal medya olmak üzere artan yeni iletişim olanaklarıyla her an her yerdeler, gündelik hayatımızın ortasındalar. Karşılaşmaların artması ve olağanlaşması, o eski büyüyü bozuyor, seçkinleri sıradanlaştırıyor ve elbette bir zamanlar daha az sorgulanan otoritelerini sorgulanabilir duruma getiriyor. Yeni medyanın yarattığı bu ‘demokratikleştirici’ ortam, en gündelik, hatta bazen en mahrem hallerine, davranışlarına ve sözlerine şahit olmamızı mümkün kılarak, seçkinlerin ayaklarının daha fazla yere değmesini sağlamakla kalmıyor, aynı zamanda sıradan insanlar arasından daha çok kişinin daha fazla görünür olmasını da beraberinde getiriyor –bir anlamda onları da bir ölçüde seçkinleştiriyor.
Seçkinlerin varlığını muhafaza etmekle birlikte sıradanlaştığı, sıradanların -bir ölçüde de olsa- seçkinleştiği, herkesin bireyselliğinin, özgünlüğünün ve katkısının değer kazandığı bu ‘plebyen’ çağ, elitlerin demokrasi içindeki yeri konusunda da yeni ihtimallere gebe. Elimizde, demokrasinin faziletlerine inanmamız ve bu düzen içinde seçkinlere de -toplumun faydasına olacak şekilde- birtakım fonksiyonlar yüklenebileceğini düşünmemiz için pek çok sebep var. Kitlelerin sıcak kanlılılığı ve aculluğu ile değil, soğukkanlılıkla ve tartışarak, teenni içinde karar vermek, bu fonksiyonlardan biri olabilir sözgelimi. Tabii iyimserliğimizi ortaya koyarken, denetimden yoksun bırakılmış, toplumun yeni ihtiyaçlarının ifade edilmesine, yükselen yeni güçlerin iktidara erişmesine imkan vermeyen seçkinlerin zamanla yozlaşabilecekleri ihtimalini de hiçbir zaman akıldan çıkarmamak gerekiyor.