Lider mi, parti mi?

Daha açık soralım: Seçmen lidere göre mi oy verir, yoksa partiye göre mi? Başka türlü ifade etmek gerekirse, seçmenin oy tercihi üzerinde lider ve parti hangi oranlarda etkilidir? Farklı formülasyonlarla ifade ettiğimiz bu soru, siyasal iletişimin en çok tartışılan konularından birine işaret ediyor. Bu konuda net bir kanaat ifade etmek de zor. Zira lider ve partinin etkileme veya belirleme gücü, dönemden döneme olduğu kadar ülkeden ülkeye de büyük farklılıklar gösterebiliyor. Hatta aynı ülkede farklı siyasi parti veya bloklar arasında bile farklılaşmalar olabiliyor.
Bütün bu çoklu faktörlere rağmen bazı kaidelerden söz etmek de mümkün. Kaidelerden biri şu olabilir: Oturmuş bir politik düzeni ve gelenekli siyasi partileri olan ülkelerde, partinin seçmen üzerindeki etkisi lidere nazaran daha yüksektir. Bu koşulu karşılamayan ülkelerde liderler ön plana çıkar.
BATI’DAN İKİ İSTİSNA
Böyle bir kaide telaffuz ettik ama bunun bile her zaman geçerli olmadığını not etmek gerekiyor. Bu kuralı ihlal eden iki sıcak örnek önümüzde duruyor. 2016 yılında Amerikan başkanı seçilen Donald Trump, bu başarıyı partisine rağmen elde etti. Cumhuriyetçi Parti seçkinleri seçim öncesinde Trump’ın aleyhine keskin söylemlerde bulunmaktan bile geri durmadılar. Buna rağmen Trump, önce parti adayı olarak gösterilmeyi başardı, ardından seçmenleri de ikna ederek favori gösterilen rakibi Hillary Clinton’u alt edip Beyaz Saray’a yerleşti.
İkinci aykırı örnek, yine oturmuş bir siyasi düzeni ve köklü siyasi partileri olan Fransa’da yaşandı. Uzun bir siyasi geçmişi olmayan, eski Cumhurbaşkanı François Hollande’a ekonomi danışmanlığı yaptıktan sonra bakanlığa yükselen (kısacası hiçbir seçime girmeden bakan olan) Emmanuel Macron, cumhurbaşkanlığı seçimleri gelip çattığında, siyasi kariyerine Sosyalist Parti ile devam etmek yerine sıfırdan bir hareket (En Marche!) başlatmayı tercih etti ve ikinci turda rakibi Marine Le Pen’i yenerek Fransa’nın bir numaralı koltuğuna oturmayı başardı.
Demokratik siyasi kültürlerinden de, siyasi parti düzenlerinin oturmuşluğundan da zerre kuşku duyamayacağımız bu iki ülkede, liderlerin partilerin önüne geçmesini, partilerin ötesinde bir seçmen ikna kabiliyeti geliştirmesini neye bağlamak gerekir peki? Bu soruya yanıt verdiğimizde ikinci kaidemizi de telaffuz etmiş oluyoruz aslında: Olağanüstü dönemlerde, geçiş dönemlerinde, toplumların kendini tehdit ve tehlike altında hissettiği zamanlarda, kurumlara (partilere ve genel olarak siyasi düzene) güven azalıyor, bazen aykırı şeyler de söyleyen liderler daha etkili ve belirleyici olabiliyor. Bu gözle bakınca, söz konusu iki liderin ilginç seçilme hikayeleri, Batı ülkelerindeki siyasi düzenin artık iyice aşındığını da gösteriyor aslında.
BİZDE DURUM NE?
Türkiye’ye dönüp baktığımızda siyasi partinin mi, yoksa liderin mi belirleyici olduğunu bir kerede söylemek kolay değil. Mufassal bir izahta bulunmak gerekiyor. Türkiye’de, gelişmiş Batı ülkelerininkinin derinliğinde olmasa da köklü bir demokrasi kültürü ve kurumsallaşmış siyasi partiler mevcut. Ancak bu durum bize kolayca ‘Parti liderden daha etkilidir’ dedirtemiyor.
Türkiye için söylenebilecek doğruya en yakın tespit şu olabilir: Farklı siyasi gelenekler için farklı faktörler daha etkili oluyor.
Türkiye’nin en uzun ömürlü partisi olan CHP’ye baktığımızda liderden ziyade partinin etkili olduğunu tespit edebiliyoruz. Serbest seçimlerin yapıldığı 1950’den bu yana bu kuralın Ecevit istisnası dışında harfiyen işlediğini görüyoruz çünkü. Partinin başına kim geçerse geçsin, oy oranları çok değişmiyor. Kendilerine ‘Biz babadan Halk Partiliyiz’ diyen kemik bir kitle var ve bu kitle gönüllü veya kerhen oy verse de partisinden kolay kolay vazgeçmiyor.
Benzer bir tespiti MHP için de yapabiliriz. Genel milliyetçi iklimde yaşanan konjonktürel kabarmalar dışında MHP seçmen kitlesinin de şimdiye kadar kayda değer bir istikrar sergilediğini söyleyebiliriz. Farklı ideolojik konumlarda olmakla birlikte HDP ve selefi partilerin de, çeyrek asra yaklaşan parlamenter demokrasi tecrübeleri neticesinde benzer bir genetik edindiğini not edebiliriz.
Türkiye’de serbest seçimlerin yapıldığı 1950’den bu yana iktidarı istisnai dönemler haricinde elinde tutan ‘merkez sağ’ diyebileceğimiz gelenek ise, farklı bir siyasi genetik arz ediyor. Bu gelenekte liderler partilerden çok daha etkili ve belirleyici konumda. Liderlerin siyasi veya doğal ömürleri sona erdikten sonra partilerinden geriye pek bir şey kalmamasını bu temel gerçeğe bağlamak gerekiyor (bu noktada darbelerin etkilerini de ihmal etmemek gerekiyor).
24 Haziran’dan sonra resmen başlayacak Cumhurbaşkanlığı Sistemiyle, bu anlamda da yeni bir döneme giriyoruz. Yeni sistemde hem partinin hem de liderin etkili olacağı alanlar mevcut. Yeni siyasi çerçeve içinde seçmenler artık lider ve parti arasında kalmak zorunda olmayacak. Parlamento seçimlerinde parti eğilimini, cumhurbaşkanlığı seçimlerinde lider eğilimini ayrı ayrı sandığa yansıtabilecek.
24 Aralık sonuçlarını bu gözle izlemek de ilginç olacak.

Dikkat çekenler...