Evet, hiç kuşku yok, II. Dünya Savaşı sonrasında şekillendirilmiş dünya düzeninin dikişlerinin söküldüğü, bu paradigma içinde kurulmuş ittifakların, bizzat ittifakların içinde yer alan ya da kurucusu rolündeki aktörler tarafından sorgulandığı bir dönemden geçiyoruz. ABD’nin başına Donald Trump gibi öngörülmesi zor ve kontrolsüz bir figürün geçmesi, derinden işleyen bu tarihi süreci, daha önce hiç olmadığı kadar görünür kıldı.
Bu köşede de birkaç kez ifade ettiğimiz gibi, Trump’ın Amerikan başkanlığına seçilmesi, modern endüstriyel globalleşme sürecinin ilk dalgasının sonuna geldiğimizin tezahürü aslında. Trump ve diğer Batılı ülkelerde daha önce beliren aşırı sağ ve sol muadilleri, bu ilk globalleşme dalgasının kaybedenleri konumunda bulunan, geleceğe yönelik hiç umudu kalmamış eski orta sınıfların oylarıyla iktidar makamlarına geldiler tam da. Nitekim, bu kesimlerin aşırılıklara dayalı ve çoğu kez akıldışı mahiyetteki politik taleplerine cevap veremeyen eski merkez siyaset büyük ölçüde çökmüş durumda.
İki kutuplu dünyanın çöküşünden sonra modern endüstriyel globalleşmenin hızı, daha önce benzeri görülmemiş ölçüde arttı. Süreç içinde başta Çin olmak üzere Asya dünyanın üretim üssüne, başta ABD olmak üzere gelişmiş Batı ülkeleri ise tüketim parklarına dönüştü. Dijital teknolojik dönüşümün ve kolay ulaşım olanaklarının eşlik ettiği bu para ve mal bolluğundan, dünyanın neredeyse bütün kesimleri bir şekilde istifade etti.
2008 küresel finansal krizi, söz konusu bolluk çağının daha fazla sürdürülemeyeceğinin açık işretiydi. Bu büyük kriz, küreselleşmenin imkanlarından yararlansalar bile halinden memnun olmayan ve kendini kaybedenler arasında gören geniş kesimler olduğunu itiraz edilmez bir netlikte ortaya koyuyordu.
Bu kesimlerin varlığı ve Trump gibi temsilcilerle politik arenaya yansıyan direnci, globalleşme sürecini tümüyle durduramaz elbette. Bu sürecin arkasında büyük bir teknolojik altyapı, dünyanın dört bir yanına yayılmış devasa bir üretim ve ticaret organizasyonu, süreci sonuna kadar destekleme yönünde açık bir irade sergileyen finansal piyasalar ve globalleşmeyi artık gündelik bir şey olarak her an soluyan milyarlarca insan var çünkü.
Bu kadar köklü ve güçlü bir dinamiğin karşısında hiçbir toplumsal ve politik güç çok direnemez. Trump’ın iktidar olduğu ilk günden bu yana uygulamaya soktuğu üretimi eve çekme, gümrük vergilerini artırma, birtakım yaptırımlarla bütün dünya ülkelerini Amerikan menfaatleri istikametinde hareket etmeye zorlama gibi politikalar da sürdürülemez o yüzden. Bunlar, modern endüstriyel globalleşme sürecinin yeni bir formatla, yeni veya dönüşmüş kurumlarla yoluna devam etmesi için taze bir motivasyon sağlayabilir en fazla.
Altyapıda bu büyük dönüşüm yaşanırken ve tarihsel olarak ‘gerici’ diyebileceğimiz bir direniş ortaya çıkarken, en çok göze çarpan kırılmalar ise, uluslararası kurum ve anlaşmalar çerçevesinde gündeme geliyor. Bu kırılmaların çoğunda da söz konusu ‘gerici’ direnişin temsilcisi olarak Trump, başrolde yer alıyor.
Trump göreve gelir gelmez ülkesini Trans-Pasifik Ortaklığı (TTP) müzakerelerinden çekti. Ardından ABD’nin içinde yer aldığı Trans-Atlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı (TTIP) ile NAFTA gibi anlaşmaları hedefine koydu. Bunların ve politik vaatlerinin bir devamı olarak, başta Çin ve Avrupa olmak üzere birçok ülkeye yönelik gümrük duvarlarını yükselti. Bunlarla yetinmedi, ABD’yi Paris İklim Anlaşması’ndan da çekti. Ve nihayet uzun çabalar sonucunda kotarılmış İran Nükleer Anlaşması’ndan da çekildiklerini ilan ederek bu ülkeye yönelik yeni ambargoları devreye soktu. Bütün bunlara Türkiye ile son bir aydır yaşananları da ilave edebiliriz.
Trump’ın dünya düzenini hiçe sayan ve artık bir çeşit çılgınlığa dönüşen söylem ve eylemlerini engellemek bir yana, frenleyebilecek veya hatta kınayabilecek tek bir uluslararası organizasyon bile yok. Çünkü mevcut uluslararası organizasyonların birçoğunun inşasında ABD lider ülke olarak yer almış durumda; anlaşmaları bizzat ABD ihlal edince ne yapılabileceğine ilişkin en küçük bir kılavuz veya kural yok.
Bu durum uluslararası kurum ve anlaşmaları büyük ölçüde fonksiyonsuzlaştıran, bunların varlık nedenlerini ortadan kaldırabilecek bir politik iklim doğuruyor (The Economist dergisi yakın zamanda kapağında ‘WTO’yu [Dünya Ticaret Örgütü] nasıl kurtarabiliriz?’ sorusu sorulan bir sayı yayınladı). Söz konusu kurumların bu saldırılardan sonra hiçbir şey olmamış gibi yollarına devam edemeyecekleri de aşikar.
Bunun en somut yansımalarını NATO çerçevesinde gözlemleyebiliyoruz. Trump’ın “ABD’yi NATO’dan çekebilirim ama şimdilik buna gerek yok” sözlerinde kristalleşen tehditleri ve kaynak talepleri karşısında Avrupa liderleri şimdilik boyun eğmek zorunda kaldı ancak bu yeni durumdan hiç memnun olmadıkları da ortada. Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un “Avrupa artık, güvenlik anlamında sadece ABD’ye bağımlı olmamalıdır” sözleri, dünyanın ve ittifakların geleceği açısından çok şey ifade ediyor.
Peki, eski düzenin ihtiyaçları çerçevesinde eski düzenin hakimleri tarafından vücuda getirilmiş kurum ve anlaşmalar, bizzat banileri tarafından yok sayılıyorsa ne yapmak gerekir? Daha net bir ifadeyle, artık ittifaklar tümüyle anlamsızlaştı mı?
Elbette hayır! Ancak eski dünya ittifaklarının çözülmeye yüz tuttuğu, fonksiyon ve yapı değişikliği olmadan yollarına devam etmeyecekleri apaçık bir gerçek. Bu yeni çerçeve içinde Türkiye’nin yapması gereken ise, Trump gibi öngörülemez ve yıkıcı politikacılar karşısında dünyanın ihtiyaç duyduğu yeni uluslararası kurumları inşa etmek üzere sürekli bir ittifak arayışı içinde olmak. Bugünkü darboğazın aşılmasının ve yaptırım terörüne karşı gelecekte daha sağlam durarak yanıt vermenin yolu, yeni ‘dostluklar’ inşa etmekten ve kadim ‘dostlukları’ tazelemekten geçiyor.
Bu gözle bakınca, son dönemde Almanya ve Fransa ile kurulan diyalog, Çin ve bir bölge aktörü olarak Katar ile güçlendirilen ilişkiler tarihsel bir önem arz ediyor.