İnsanoğlu, tür olarak öğrenen bir yapıda değil maalesef. Bireysel olarak elbette öğreniyoruz, yaşadıklarımızdan tecrübe damıtıyoruz, başımıza gelen musibetlerden dersler çıkarıyoruz, aynı delikten iki kere sokulmamaya çalışıyoruz belki ama bu edindiklerimizi sonraki kuşaklara ‘genetik’ miras olarak aktaramıyoruz. Elbette tarih görmesini bilen için geniş spektrumlu bir tecrübe seti sunuyor; başkalarının veya atalarımızın hatalarından ders almamıza en azından imkan sağlıyor. Yahut eski kuşaklar yeni kuşaklara nasihat yoluyla bir şeyler aktarmaya çalışıyor. Ve hatta -en geniş anlamıyla- eğitim ve terbiye dediğimiz mekanizma, büyük ölçüde bu işlevi görmesi için tasarlanmış bir enstrüman.
Bütün bunlara rağmen, bireyler çoğu kez kendi hatalarını yapmayı ve kendi tecrübelerinden ders almayı tercih ediyor. Bir şeyleri yaşayıp eziyetini veya ıstırabını çekmeden, söylenen sözlere pek itibar etmiyorlar. Bunun bazı ‘kısa vadeli’ istisnaları var belki: Savaşlar, doğal afetler, kıtlıklar, salgınlar, kıyımlar, katliamlar, ağır baskılar, büyük zulümler gibi vakalar, toplumlar üzerinde öyle derin yara izleri bırakıyorlar ki, etkileri tek bir kuşakla sınırlı kalmıyor. Bazen birkaç kuşak, yaşanan dehşetin hatıralarıyla hayatına, fikirlerine ve eylemlerine yön vermeye çalışıyor, bir daha öyle bir şeamet yaşamamak için elinden geleni yapıyor.
Ancak bu gayret de bir noktadan sonra tavsıyor maalesef. Geçmişin trajedileri geçmişte bırakılıyor, tarih ve hafıza zamanla bir kenara itiliyor, tecrübeler göz ardı ediliyor, trajedilerden kaçınma hassasiyeti istihza ve hamasete kurban ediliyor ve sonunda aynı delikten ikinci kez de değil, defalarca sokuluyoruz. Çoğu kez yaşanan güncel sıkıntılara kendimizce çözüm arama hevesiyle, sadece düşman olarak belirlediklerimizi değil kendimizi de felaketlere sürükleyecek meşum fikirlerin, menhus akımların, tehlikeli zorbaların peşine düşüyoruz. Sonumuz da her seferinde pişmanlık ve hüsran oluyor.
Bunun en yakın ve en ağır örneklerini 20. yüzyılda yaşadık. Büyük tarihçi Eric Hobsbawm’ın ‘aşırılıklar çağı’ diye nitelediği, insanoğlunun bir yandan tarihte eşi benzeri görülmemiş teknik kabiliyetler edindiği, diğer yandan -biraz da bu kabiliyetlerin verdiği özgüvenle- hiç olmadığı kadar zalimleştiği bu yüzyıl, pek çok devrime, yakıp yıkmaya ve savaşa tanıklık etti.
İnsanoğlu tür olarak öğrenen, içine düştüğü çukura bir daha düşmemeyi bilen bir tabiatta olsaydı, II. Dünya Savaşında yaşananlar tek başına, bize sonsuza kadar yeter de artardı. Çoğu sivil 65 milyondan fazla insanın öldüğü, dünya nüfusunun -dile kolay- yüzde 3’ünün katledildiği, şehirlerin taş üstünde taş kalmayacak şekilde yerle bir edildiği (Krakow, Dunkirk, Stalingrad, Dresden, Hiroşima, Nagasaki), insanların temerküz kamplarına toplanıp vahşice ve sistematik olarak yok edildiği bu büyük felaketten sonra, dünyada bir daha savaş yaşanmaması gerekirdi belki ama yirminci yüzyılın ikinci yarısının sunduğu şiddet manzaraları hepimizin malumu.
Yine de bu büyük savaş sonunda insanlık, galibi de mağlubu da perişan eden bu anlamsız şiddet ve yıkım fırtınasından bazı dersler aldığına ilişkin işaretler de verdi. Her şeyden önce Birleşmiş Milletler gibi bir kurum inşa edildi, böylece insanlığın ortak meselelerinin konuşulacağı bir zemin yaratılmış oldu. Ayrıca Fransız Devriminden beri gündemde olan temel haklar meselesi, 1948’de İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin kabul edilmesiyle somut bir sözleşmeye bağlanmış oldu. Nihayet dünyayı felakete sürükleyen ırkçı ve faşist ideolojilere cephe alındı, bu tehlikeli akımların muhtelif mutantlarıyla görüldükleri her yerde mücadele edilmeye çalışıldı.
Bu ve benzeri pek çok çabaya rağmen, insanlık yakın zamanda, yaşadığı onca trajediyi unutup, kendisini II. Dünya Savaşı gibi küresel katastroflara sürükleyen fikirlere yeniden meyletmeye başladı. Dünya çapında yükselen, yabancı ve mülteci düşmanı, demokrasiyi ve hukuku küçümseyen hatta ayak bağı olarak gören, insanlığın büyük emeklerle ve bedellerle inşa ettiği kurum ve sözleşmelerin altına dinamit döşeyen popülist hareketlere yönelik yoğun ilgi, aslında bu tür nisyan veya düşkünlükten başka bir şey değil. Bu irrasyonel ve tehlikeli akımın en popüler aktörlerinden veya sembollerinden biri de, ABD’nin -artık eski- başkanı Donald Trump oldu. Trump, özellikle Covid-19 sürecinde söyledikleri ve yaptıkları ile, büyük tepki toplamaya başladı ve büyük ölçüde bu tepkilerin sonucu olarak koltuğunu kaybetti.
Bu netice üzerinden bakınca, insanlığa epey zor bir yıl yaşatan Covid-19, insanlığa akıl dışılığa sürüklenmenin muhtemel neticelerini bir şok dalgasıyla hatırlattığı için, bir çeşit düşük maliyetli felaket olarak görülebilir mi acaba? II. Dünya Savaşı gibi büyük felaketleri hatırlayınca yanıt vermek kolaylaşıyor: Galiba öyle!