GÜÇ MERKEZİNİN DEĞİŞEN COĞRAFYASI

ULUSLARARASI SİSTEMİ 300 YILDIR BELİRLEYEN AVRUPA MERKEZLİ JEOPOLİTİK OKUMA GERİDE KALIYOR. ABD BAŞKANI DONALD TRUMP, UYGULADIĞI POLİTİKALARLA DÜNYAYI HIZLI BİR DOĞUMA ZORLUYOR. 2. DÜNYA SAVAŞI SONRASI KURULAN SİSTEM YIKILIRKEN, ASYA MERKEZLİ YENİ BİR JEOPOLİTİK GERÇEKLİK HER GEÇEN GÜN KENDİNİ DÜNYAYA DAYATIYOR.

SERNUR YASSIKAYA

Soğuk Savaş sonrası dönemde Batı merkezli liberal uluslararası düzen, ABD’nin liderliği ve Avrupa’nın ekonomik-mekânsal istikrarı üzerine kuruluydu. Ancak bu yapı, Çin’in yükselen ekonomik, siyasi ve askeri kapasitesiyle kırılganlaşırken, ABD’de Trump’ın yeniden başkanlığa seçilmesiyle bu kırılganlık açık bir yön değişikliğine dönüştü. Trump yönetimi, Avrupa’yı “yük” olarak niteleyerek ABD’nin dış politikasında öncelik sırasını yeniden düzenlemekte. İtalyan Marksist düşünür Antonio Gramsci’nin ifadesiyle, “Eski dünya ölüyor ve yeni dünya doğmak için mücadele ediyor, şimdi canavarlar zamanı.” Yeni Trump dönemi 2. Dünya Savaşı sonrası kurulan uluslararası sistemin yapı taşlarının dağıldığı ve yerini orman kanunlarına bıraktığını gösteren emarelerle dolu.

ABD yönetiminin Panama ve Grönland baskısından, Gazze’de yaşanan soykırıma tam desteği, Ukrayna Savaşı’nda toprağı işgal edilen Kiev yönetiminin sorumlu ilan edilmesine ve küreselleşmenin tabutuna son çiviyi çakan ticaret savaşlarına kadar birçok olgu bu durumu destekliyor. Eski dünya büyük bir gürültüyle çökerken yeni dünya hızlı bir doğuma zorlanıyor. Bu doğumun kurbanı ise Avrupa’nın uluslararası sistem içinde 300 yıllık merkezi rolünü Asya’ya bırakmasıyla sonuçlanmaya doğru yol alıyor.

FRANSA VE ALMANYA’NIN DERİN KRİZİ

Avrupa, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana ABD’nin güvenlik şemsiyesi altında ekonomik bir refah bölgesi olarak konumlanmıştı. Ancak 2025 itibarıyla ABD yönetimi, bu güvenlik sorumluluğunu geri çekerek Avrupa ülkelerinin kendi savunmalarını üstlenmesi gerektiğini açıkça ifade etmeye başladı. ABD Başkan Yardımcısı JD Vance’in Münih Güvenlik Konferansı’nda yaptığı açıklamada, “Avrupa artık kendi güvenliğini sağlamalıdır. Asıl tehdit dışarıdan değil içeriden gelmektedir” sözleri, bu yeni yaklaşımın bir göstergesi. Bu bağlamda ABD, Çin ile artan rekabeti doğrultusunda stratejik kaynaklarını, diplomatik ilişkilerini ve askeri konuşlanmalarını Asya-Pasifik bölgesine kaydırıyor.

Avrupa’nın hem askeri hem de ekonomik anlamda eski gücünden uzaklaştığının işaretini vermesi ve ikincil bir güç konumuna indirgemesi, Washington’ın tercihlerinde rol oynadığını söyleyebiliriz. Avrupa Birliği’nin iki lokomotif ülkesinin son birkaç yılda verdikleri sinyaller, uluslararası sistemde kırılmaları da hızlandırdı. Afrika’daki en önemli sömürgeci güçlerden olan Fransa’nın özellikle Sahel bölgesindeki askeri nüfuzunun geçen 3 yılda hızla kaybetmesi, yine Paris’in Ortadoğu’da kendine yakın ülkeler nezdinde yiten siyasi itibarı bu işaretlerden biriydi. Diğer tarafta Avrupa’nın ekonomik gücü, endüstri ülkesi Almanya’nın, Ukrayna krizi ile girdiği enerji darboğazı ve bir dönem otomobil pazarı haline getirdiği Çin’in elektrikli araç devrimiyle Berlin’in bu alandaki üstünlüğüne indirdiği darbe, Avrupa’nın 21. yüzyılın ikinci çeyreğindeki rolü üstüne büyük soru işaretleri oluşturdu. İşaretler ne Berlin ne de Paris’in ABD-Çin rekabetinin derinleştiği yeni jeopolitik düzlemde belirleyici aktörler olamayacaklarını ortaya koyuyor.

İKİ TEMEL SAC AYAĞI

ABD ile Çin arasındaki rekabet, yalnızca güç dengeleriyle sınırlı olmayan yapısal bir mücadeleye dönüştü. Teknoloji savaşları, tedarik zinciri rekabeti ve jeostratejik konuşlanmalar bu mücadelenin başlıca unsurlarıdır. Trump yönetiminin Avrupa’yı jeopolitik denklemde geri plana alması ve Asya merkezli stratejileri öne çıkarması, yeni bir “Soğuk Savaş”ı da içeren, çok kutuplu, dinamik ve güç merkezlerinin sürekli değiştiği yeni bir uluslararası düzenin habercisi. Donald Trump’ın dış politikası, özellikle iki temel ilke üzerine oturuyor. Önce Amerika (America First), uluslararası yük paylaşımını eleştiren, dış müdahaleleri sınırlayan ve ABD’nin çıkarlarını önceleyen realist bir vizyona sahip. Güç Yoluyla Barış (Peace Through Strength), ABD’nin küresel caydırıcılığını ve askeri üstünlüğünü koruyarak istikrar sağlama anlayışını ifade ediyor. Bu iki ilkenin bileşimi, Trump’ın ikinci döneminde dış politikada daha agresif ve realist bir çizgiye yöneldiğini göstermekte. Bu yaklaşım, ABD’nin Avrupa’daki angajmanlarını azaltarak Asya-Pasifik bölgesine odaklanmasının da işaretlerini veriyor. Bu vizyona göre ABD, artık Avrupa’nın güvenliğini birincil sorumluluğu olarak görmemekte; kaynaklarını Çin ile rekabete ayırmayı tercih etmekte. Trump’ın dış politika anlayışı, Çin’in ekonomik ve askeri yükselişini “egemenlik, güvenlik ve ekonomik refah” için doğrudan tehdit olarak tanımlamakta. Bu tehdit algısı, ABD’yi “Güç Yoluyla Barış” doktrinine uygun olarak daha sert, ekonomik, teknolojik ve askeri güç odaklı bir stratejiye yöneltiyor.

ÇİN’İN GENİŞLEME STRATEJİSİ

Çin, yalnızca ekonomik olarak değil, askeri ve teknolojik kapasite açısından da küresel bir aktör haline geldi. Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü (SIPRI) verilerine göre, 2024 itibarıyla Çin’in savunma bütçesi 293 milyar doları aşmış durumda. Bu bütçe ile Çin, ABD’nin ardından en yüksek askeri harcamaya sahip ikinci ülke konumunda bulunuyor. Güney Çin Denizi’nde yapay adalara kurulan askeri üsler, 2024 sonunda görevlendirilen ilk yurt dışı uçak gemisi görev grubu, Afrika, Orta Asya ve Güneydoğu Asya’da lojistik üs yatırımları, Kuşak ve Yol Girişimi kapsamında Pekin, Washington’a karşı askerî ve ekonomik etkisini pekiştirme stratejilerini uygulamaya koymuş durumda. Tayvan çevresinde düzenlenen askeri tatbikatlar ve Çin’in bölgeyi çevreleme stratejileri, Pekin’in doğrudan bir güç projeksiyonu hedeflediğinin işaretlerini de veriyor.

Devamı Z Raporu Dergisi Mayıs 2025 sayısında…

Dikkat çekenler...