Uluslararası düzenin akışkanlığının yansımaları

2016’da yaşananlara bakınca popülizm ve milliyetçiliğin liberalizm karşısındaki kaygı verici yükselişi karşısında insanın içini huzursuzluk ve bir korku kaplıyor. Geçen yıl bölgesel ve küresel düzendeki değişikliklerin henüz öngörülebilir bir hatta oturmadığı ve istikrar kazanmadığını gördük. Ancak bu hiç bir umut kırıntısı olmadığı anlamına da gelmiyor. Örneğin 34 yıllık silahlı bir çatışmaya sahne olan Kolombiya’da hükümet ile FARC gerillaları arasında başarıyla sonuçlanan barış anlaşması, son 30 yılın en önemli barış sözleşmesi niteliği taşıyordu.
Dünya her ne kadar bölgemizde ve uzaklarda öngörülemez birçok gelişmeye sahne olsa da biz, çok yakınımızda Kıbrıs’ta yeni bir barış anlaşmasının da kıyısında olabiliriz.
Geçen yıl hem büyük güçler, hem de onların ikincil müttefikleri arasındaki gerilimin arttığı bir yıl oldu. Bu durumun en iyi temsili Suriye’de yaşanıyor. Rusya ve ABD oyunun sonu konusunda anlaşamıyorlar ve bölgesel güçler olan Türkiye, İran, Suudi Arabistan ve İsrail ise çatışmayı ve süreci bölgesel liderlik pastasından daha büyük bir pay alabilmek için yönlendirmeye çalışıyor. Devlet aktörleri arasındaki bu rekabetin yanında DEAŞ’in etkisinin azalmasıyla, devletin tekrar anarşik küresel düzende başrol oyuncusu olarak sahaya dönüşünü gösteriyor. Aynı sonuç milyonlarca mültecinin çatışma bölgelerinden zengin Avrupa ülkelerine gitme çabasının yarattığı kriz için de geçerli. Türkiye ile AB arasındaki yürütülemeyen anlaşmadan bağımsız olarak, gerçekçilik mülteci hakları konusunda emsal niteliği taşıyor.
Geçen yıl ne tür devletler varlıklarını uluslararası arenada hissettirdi? Bunun cevabı, bir yandan ulusal güvenlik ve kimlik endişeleriyle halkın desteğini arkasına alan otokratik ve yarı otokratik rejimleri işaret ediyor. Diğer yandan ise ulus devletleri giderek batılı liberal demokrasilerde popülist yüzlerini göstermeye başlıyor ve entegrasyona yönelik Avrupa Birliği gibi projeler hakkında şüpheler artıyor. Normalde ideolojik olarak aşırı sağa ait olan bu popülizm, birçok Avrupa ülkesinin politik sürecinde dalgalanmalar yaratmayı başardı. Avrupa’daki aşırı sağ tehlikesine karşı Fransa’daki Ulusal Cephe adayı Marie Le Pen’in 2002’de başkan adayı olması savuşturulmuş olsa bile, Avusturya’daki yakın zamanda yaşanan başkanlık seçimlerinde güçlü bir aday olmasının önüne geçmek mümkün olmadı. Aynı şekilde Macaristan’da hükümet sürekli olarak liberalizm karşıtı politikalarını sürdürüyor. İkinci dünya savaşından bu yana elitlerin yönlendirdiği ulusal ya da AB çapındaki uzlaşmacı politika artık eski gücünü yitirirken, mülteci krizi ve küreselleşmenin yarattığı adaletsizlik duygusuyla birleşerek ulusal düzeyde derin ideolojik ayrımlar ve bölünmelere yol açıyor. Bu popülist dönüşümden ABD de kendi payına düşeni alıyor.

Devamı Derin Ekonomi Ocak 2017 sayısında …

 

Dikkat çekenler...