Trump’ın yaptığı aslında dünya liderliğinden vazgeçmek

ABD Başkanı Donald Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıma kararı, evanjelik seçmen kitlesine yönelik bir seçim vaadinin yerine getirilmesi gibi görülebilir ve bir iç politika hamlesi olarak elini kolaylaştırmış olabilir ancak aynı zamanda, zımni ve simgesel olarak Amerika Birleşik Devletleri’nin dünya liderliği iddiasından vazgeçmesi anlamına da geliyor.
ABD, II. Dünya Savaşı sonrasında, Almanları ve Japonlara savaş meydanında diz çöktürmüş galip tarafın lideri olarak, dünya liderliğinde tartışmasız bir yer edinmişti. Bu liderliği meşhur Wilson prensiplerine dayanan evrenselci bir küresel politika yaklaşımıyla meşrulaştıran, ‘Amerikan istisnailiği’ (American exceptionalism) fikriyle hareket eden ABD, kendisini, siyasi ve hatta ahlaki sorumluluk anlamında diğer ülkelerin üzerinde sayıyor, dünyanın hamisi olarak görüyordu. Bu anlayışın doğal bir sonucu olarak, çıkarları ciddi anlamda tehdit altında olmadıkça, kendini çatışan/çelişen güçler karşısında mütehakkim bir hakem, tarafsız bir üst otorite olarak konumlandırıyordu.
Amerikan başkanları seçim kampanyaları sırasında çeşitli seçmen kitlelerinin oyunu almak için ne kadar büyük vaatlerde bulunurlarsa bulunsunlar, Beyaz Saray’a yerleştiklerinde, bu temel Amerikan zihniyeti ve bu zihniyetin taşıyıcılığını yapan müesses nizam aktörleri devreye giriyor, çiçeği burnunda başkanlar bir çeşit hızlandırılmış terbiye (cultivation) işleminden geçiriliyor, sonuçta başkanlar seçmenlerine verdikleri vaatleri yumuşatmak ya da bunlardan vazgeçmek durumunda kalıyorlardı.
Bunu Türkiye olarak biz de, somut bir vaka üzerinden pek çok kez tecrübe ettik aslında. Seçilince Ermeni soykırımını tanıyacağını vaat eden başkan adayları, seçilip Oval Ofis’teki koltuklarına oturduklarında, bu vaadin etrafından nasıl dönüleceğinin yollarını aramaya koyuluyorlar, her seferinde ‘ne şiş yansın ne kebap’ vasfında yaratıcı kelime oyunlarıyla işin içinden sıyrılıyorlardı.
TRUMP’IN ÇILGINLIĞI
ABD, İsrail-Filistin meselesinde de, on yıllardır benzer bir yol izliyor, tarafsız üst otorite noktasında kararlılıkla durmaya çalışıyordu. Son Kudüs kararı, bu pozisyonun artık terk edildiğinin net bir işareti oldu. ABD, dünyanın ‘doğal lideri’ konumundan –ne yaptığının farkında olsa da, olmasa da- simgesel olarak çekilmiş oldu. Türkiye liderliğinde başlatılan uluslararası süreç sonucunda alınan karşı yöndeki Birleşmiş Milletler kararı ise, bu durumu tescil etti.
Peki ne oldu da, bu mütehakkim hakem, tarafsız üst otorite pozisyonunu ısrarla muhafaza eden ABD, sonuç itibariyle karizmasının fena halde çizilmesine sebep olan böyle bir karar aldı. Bu, aslında on yıllardır süren global güç dönüşümünün birikimli etkisinin bardağı taşıran son damlasından başka bir şey değil.
ABD’nin II. Dünya Savaşı galibiyetine yaslanan dünya liderliği iddiası, önce Soğuk Savaş’ta karşı blokun liderliğini üstlenen SSCB tarafından tehdit edildi. Nükleer silahlanma rekabeti, Ay’a gitme yarışı, hatta sportif alanlara yansıyan yoğun mücadele, hep bu dünya liderliği iddiasının altını doldurmak için atılan somut adımlardı. Dünya için ciddi faturalar yaratan bu kıyıcı rekabet, 1989’da çöken duvarların altında kaldı. ABD artık (hem kendi hem de dünyanın diğer güçlerinin gözünde) neredeyse tartışılmaz dünya lideri olarak kabul gördü, ondan sonra da tarihin sonunun geldiği ilan edildi.
ÖFORİ DÖNEMİ VE SONRASI
Bu öfori hali, 90’lı yılların özellikle ilk yarısına hükmetti, Clinton’ın Sırplara karşı Bosna’da giriştiği müdahaleler gibi vakalarla tavan yaptı. Çok geçmeden manzara ve algılar değişmeye başladı. Sinyaller dünyanın doğusundan, Asya’dan geliyordu. Çin’in geniş ve ucuz işgücüyle dünyanın üretim üssüne dönüşmesi, Hindistan, Rusya, Brezilya gibi ülkelerin bu ekonomik yükselişe eşlik etmeleri ve onları diğer orta boy ülkelerin takip etmesi, dünya güç haritasını tedrici bir şekilde dönüştürmeye başladı.
ABD, uzun süre bu dönüşümü kabullenmekte zorlandı. 20. yüzyılın sona erdiği günlerde yayınlanan bazı analiz ve tahminlerde yeni yüzyılın da bir ‘Amerikan asrı’ olacağına ilişkin iddialar, bugünden bakılınca bu zorlanmanın tezahürleri olarak görülebilir.
ABD kabullenmekte zorlasa da dünyanın yükselen güçleri frene basmadılar. Eskiden ekonomik, siyasi, askeri ve nükleer olarak erişilmez, yanına bile yaklaşılmaz bir konumda görülen Amerikan liderliği, çeşitli güçlerin meydan okumalarına maruz kaldı. Çin ekonomik olarak ABD’ye yetişti yetişecek, çok geçmeden sollayacak durumda. Askeri güç anlamında Rusya eski gücünü büyük ölçüde muhafaza ediyor, Çin de bu alanda ciddi bir atak halinde. Bu gelişmelerin siyasi ve diplomatik yansımalarının olması, Amerikan gücünün yeni meydan okumalarla karşılaşması kaçınılmaz bir dünya gerçeği olarak önümüzde duruyor.
Trump’ın son Kudüs kararını ve bu kararın hemen sonraki günlerde açıkladığı Ulusal Güvenlik Strateji belgesinde Çin ve Rusya’yı ‘baş rakipler’ olarak anmasını, dünya liderliğinin yavaş yavaş elden gittiğinin kabullenilmesi aşamasının geride kaldığının, artık panik aşmasına geçildiğinin habercisi olarak da görülebilir. BM’nin tarihi diyebileceğimiz kararı ise, yükselen yeni dünya güçlerinin meydan okumasının somut bir tezahürü.
Dünya değişiyor değil, çoktan değiş

Dikkat çekenler...