Sağdan sola savrulan dünya

Çok normal zamanlardan geçmediğimiz epeydir malum. Dünya, bazen ciddi çalkantılar da yaratan köklü bir dönüşüm sürecinin ortasında. Bu dönüşümün sebepleri hakkında çok şey söylemek mümkün belki ama
sonuçları, yani nereye varacağı konusundaki belirsizlik sürüyor.

Söz konusu belirsizlik siyasi arenaya popülizm olarak yansıyor. İklim krizi, teknoloji güdümlü endüstrilerin transformasyonu, göçün artık istisna olmaktan çıkıp neredeyse kurala dönüşmesi gibi küresel fenomenler, sıradan insanları asabiyete, varoluşsal bunalımlara ve sonuçta siyasi maceralara sürüklüyor.

Eski düzenin yönetici elitleri itibarlarını çoktan kaybettiler. Neredeyse tüm demokratik ülkelerde sağdan sola politik yelpazedeki yerleşik partilerin hemen hepsi, ciddi ve kalıcı oy kayıpları yaşıyor, kitlelere yeni bir şeyler söyleyemiyor, toplumla doku uyuşmazlığı yaşıyorlar. Bu partiler, varlıklarını sürdürseler bile etki güçlerini büyük ölçüde kaybetmiş durumdalar.

Müesses partilerden ve eski elitlerden boşalan yerleri, şimdilik popülist hareket ve liderler dolduruyor. Bunlar ise esasen tepkisel hareketler. Ortaya yeni bir politik vizyon veya program koydukları için değil, eski düzenin artık sürdürülemeyeceğini bağıra çağıra ifade ettikleri için popüler ilgiye mazhar oluyorlar. Söylemsel düzlemde çok iddialı bir duruş sergileseler bile, politik içerik ve hedefler açısından epey kof bir durumdalar. Bir şekilde iktidara geldikten ya da iktidar ortağı olduktan sonra ortaya koydukları politika ve yönelimler, gerçeklerden ne kadar kopuk olduklarını kanıtlamaktan başka bir işe yaramıyor nitekim.

Bu politik kofluk, popülist siyasi hareketlerin ömürlerinin kısa olmasını beraberinde getiriyor. Yunanistan’da Alexis Çipras liderliğindeki Syriza’nın vaat ettiği neredeyse hiçbir şeyi yapamamanın üstüne aksi yönde pek çok icraata imza atmak zorunda kalıp kısa sürede siyaset sahnesinden çekilmesi ya da İtalya’da 5 Yıldız hareketinin cilasının birkaç sene içinde solması, bunun en güncel ve bariz örnekleri.

II. Dünya Savaşının ardında inşa edilen, savaşın bitmesinden sonraki otuz yılda tarihte eşi görülmemiş bir refah devri yaşatan, 70’li yıllarda girdiği krizi de çeşitli reçetelerle atlatmayı başaran liberal dünya düzeni, ciddi bir tıkanma ile karşı karşıya. Bu tıkanıklığın yansımaları veya hastalığın semptomları, uzun süre yalnızca çevre ülkelerde müşahede edilebiliyordu. Orta ve Doğu Avrupa’da yükselen aşırı sağcı hareketler bunun en açık örneklerini teşkil ediyordu. Bu semptomlar, zaman içinde merkez ülkelere de yayıldı, çok geçmeden başat hale geldi, 2016 yılında Donald Trump’ın ABD Başkanı seçilmesi ile liberal dünya düzeninin kalbine de sirayet etmiş oldu.

Bu girdaptan kısa süre içinde çıkmak mümkün görünmüyor pek. 3 Kasım 2020’de yapılacak yeni ABD başkanlık seçimleri de bu açıdan iç açıcı bir manzara sunmuyor.

Trump’ın karşısına hangi Demokrat adayın çıkacağı henüz belli değil ancak ön plana çıkan isimlere ilişkin son tahminler, müesses nizama dönüşten ziyade ‘çılgın’ arayışlara devam edileceğine işaret ediyor. Yakın zamana kadar, müesses nizama yakın bir isim diye bilinen Joe Biden’ın adı favori olarak sıkça anılıyordu ancak çeşitli eyaletlerde yapılan ön seçimler Bernie Sanders’ın yıldızını parlatmış gibi görünüyor.

Gerçi bugünlerde müesses nizam medyası Sanders’ı kasıtlı bir şekilde göz ardı edip milyarder iş adamı Mike Bloomberg’in ismini cilalamakla meşgul ama tabanın eğilimi tam aksi yönde seyrediyor. Gençler başta olmak üzere Demokrat seçmenler sosyalist ya da en azından sosyal demokrat eğilimleriyle dikkat çeken, mevcut liberal düzene ve gittikçe derinleşen ekonomik eşitsizliklere cepheden itiraz eden 78 yaşındaki ‘Bernie Dede’ye meylediyor. Muhtelif anketler, Sanders’ın, Trump karşısında diğer tüm Demokrat adaylardan daha şanslı olduğunu gösteriyor.

Şimdiye kadar Amerikan toplumunun Soğuk Savaş içinde kemikleşen bir tutumla sosyalizme karşı büyük bir alerjisi olduğunu düşünürdük. Sosyalizm bir yana Avrupa’da yaygın kabul gören pek çok sosyal demokrat ve hatta liberal pozisyon bile Amerikan toplumunda ciddi reaksiyonlarla karşılaşabiliyordu. Sağlık reformuna girişen bir  önceki Başkan Barack Obama’nın yaşadıkları bunun en bariz örneği. Şimdi ise açıkça solda konumlanan bir ismin, başkanlığı kazanması şöyle dursun, Trump’ın karşısına aday olarak çıkması bile, ülkenin normallerinden uzaklaşmaya başladığının, hâlâ büyük bir politik türbülansın içinde olduğunu açıkça gösteriyor.

İlginç zamanlar yaşıyoruz ve bizi daha ilginç zamanlar bekliyor belli ki…

Dikkat çekenler...