Rüzgar tersine mi dönüyor?

Danold Trump, birçokları için büyük bir sürpriz olarak Amerikan başkanlık koltuğuna oturduğunda akla gelen ilk yorum, bildiğimiz anlamda küreselleşmenin sona erdiği yönündeydi. Bu, çok isabetli bir tespitti ve bu köşede de daha önce dile getirildi. Büyük çaplı sermaye hareketleri, Asya’daki ucuz işgücü ve Batı ekonomilerinin somut üretimden çekilip hizmet ekonomisi bazlı büyük pazarlara dönüşmesi gibi dinamiklerle şekillenen ilk globalleşme dalgasından söz ediyoruz elbette. Yoksa küreselleşme, milyarları birleştiren teknolojik altyapısıyla, üretimi daha önce hiç olmadığı kadar parçalayıp yaygınlaştıran organizasyon gücüyle, büyük tarihsel akışına devam ediyor.

Bu ilk küreselleşme dalgası, yeni iş imkanları ve doymayan zengin pazarlar sunarak gelişmekte olan ülkelerin ve gelişmiş ülkelerin üst sınıflarının işine yararken, işlerini ve daha kötüsü gelecek umutlarını yavaş yavaş kaybeden Batılı orta sınıflar için bir çeşit kayıp dönem oldu. Avrupa’da başlayan ve Trump’ın seçilmesiyle okyanusun diğer tarafına da sirayet ettiğine şahit olduğumuz göçmen/yabancı/Müslüman karşıtlığı, esasen bu zemin üzerinde neşvünema buluyor.

Trump’ın seçilir seçilmez ilk iş olarak yedi Müslüman ülkeden ABD’ye gelenlere yönelik vize kısıtlamalarına girişmesi, Meksika sınırına duvar örmeye başlaması ve bizzat ABD’nin liderlik etti- ği uluslararası ticaret anlaşmalarını iptal etmesi ya da yeniden masaya yatırması, tabanda biriken bu negatif enerjinin boşalmasıydı. Bu hamleler üzerine başta California gibi eyaletler ile New York gibi modern zamanların Babil’i diyebileceğimiz kentlerde doğan kitle hareketlerini, teknoloji şirketleri gibi globalleşme sürecinin en önemli lokomotifi ve kazananı konumundaki aktörlerin heyheylenmesiyle birlikte, karşı cepheden gelen reaksiyonlar olarak kayıtlara geçmek gerekiyor.

Merkez siyasetin güç kaybetmesi, politik spektrumun –özellikle sağ, istisnai de olsa sol- aşırı uçlarına daha fazla iltifat edilmesi, gerçeklerden kopuk, daha doğrusu gerçeğin ne olduğunu çok da umursamayan (evet, post-truth politika çağındayız) popülist siyasetin yükselişi Trump’la başlamadı. Doğu ve Orta Avrupa’da, hatta Fransa gibi Batı’nın merkez ülkelerinde bile bu tür hareketler siyaset arenasında ciddi bir çalkalanmalar yaratıyordu. Bu aşırı hareketler Polonya, Macaristan ve Slovakya’da sağ, Yunanistan’da sol versiyonlarıyla iktidara erişirken, Avusturya gibi örneklerde iktidarın eşiğinden döndüler.

Trump seçilene kadar bu aşırılık hareketleri Batı dünyasının periferisinde mevzi kazanıyor, o nedenle dünyada yeterince yansıma bulmuyordu. Trump’ın dünyanın bir numaralı ülkesinin bir numaralı koltuğuna oturması, işin ciddiyeti konusunda ortada tereddüt bırakmadı. Bu açıdan bakınca Trump’ın seçilmesinin ‘hayırlı’ sonuçlarının olduğunu söylemek mümkün. Söz konusu aşırılık hareketlerinin Doğu Avrupa gibi Batı’nın taşrası diyebileceğimiz ülkelerde iktidara yürümesi, bu politikaların insanlık için taşıdığı tehlikeleri fark etmek açısından yeterince gündem olmuyordu; gündem olabilmesi için kucağında çocuğu olan mülteci babaya çelme takan gazeteci gibi akıl almaz kötülüklere şahit olmamız gerekiyordu. Dünyanın büyük politik sahnelerinin uzağında gerçekleşen anomaliler uzmanlar ve meraklılar dışında pek kimselerin bakışlarını celbedemiyordu. Bu korkutucu politik trendin, dünyanın dört gözle izlediği Amerikan siyaset arenasına yansıması ise, hem tehlikenin görünürlüğünü artırdı, hem de olsa olsa diyalektikle açıklayabileceğimiz enteresan neticeler doğuruyor.

Her şeyden önce globalleşmenin tarihsel olarak kaçınılmaz olduğu, önüne geçmeye çalışmanın yel değirmenlerine savaş aç- maktan farklı olmadığı, Trump gibi reytingi yüksek bir politik figür üzerinden tüm dünyada net bir şekilde görülmüş oldu.

İkincisi, yükselen milliyetçiliğin, içe kapanmanın, eskide kalmış olması gereken ulusal hassasiyet ve düşmanlıkları kaşımanın, dünyayı 20. yüzyılın ilk yarısında şahit olduğumuz türden yeni bir modern barbarlığa taşıyabileceği açıkça fark edildi.

Üçüncü olarak, bu politikaların sözcülerinin ekonomik vaat diye sunduğu şeylerin, gerçeklemesi imkansız anakronik çözümler olduğu gerçeği apaçık ortaya çıktı. Başta Asya’ya ve Meksika gibi ülkelere gitmiş işlerin merkez ülkelere dönmesi büyük şirketler için taşınması imkansız maliyetler anlamına geliyor. Dahası bu işler merkez ülkelere dönse bile yüksek işgücü maliyetleri nedeniyle Batılı orta sınıfların değil, muhtemelen robotların istihdam edilmesi sonucunu doğuracak. Bu gelişme ise, Noah Harari’nin de isabetle dikkat çektiği gibi, geniş bir ‘gereksizler sınıfı’ yaratmaktan başka işe yaramayacak.

Dördüncü olarak bizzat Batılı ülkelerin vatandaşları, Avrupa’daki köklü ırkçılık ve aşırılık eğilimine karşı bir çeşit panzehir olarak gördükleri ABD’ye bile yansıyan bu trend karşısında ilk kez ürktüler. Şimdiye kadar açıkça tepki göstermeseler bile en azından sessiz kaldıkları göçmenlere/yabancılara/Müslümanlara karşı yükselen zenofobik hareketlerin, kendi hayatlarını da zehirleyebileceğini fark ettiler. Bu aşırılık politikalarının dünyayı yaşanmaz bir hale getirebileceğine ilişkin alarm zillerini nihayet işitmiş gibi görünüyorlar.

Kesin konuşmak için erken belki ama Avrupa politik sahnesinde şimdiye kadar yükselişte olan aşırılık hareketlerinin biraz ivme kaybettiğine ilişkin ciddi emareler var. Son kriz nedeniyle bizim de yakından izlediğimiz Hollanda seçimlerinde Geert Wilders’in beklentilerin epey gerisinde kalması, Fransa’da Marine Le Pen’e karşı liberal vaatleriyle dikkat çeken Emmanuel Macron’un yükselişe geçmesi gibi gelişmeler rüzgarın tersine dönmüş olabileceğini akla getiriyor.

Tarihsel bir ironi olarak, rüzgarı tersine çevirmek, kendisine benzeyen ‘sarı kafalı’ siyasetçilerin iktidara yükselmesine engel olmak da Donald Trump’a nasip olmuş gibi görünüyor.

Dikkat çekenler...