3 Kasım’da yapılacak Amerikan Başkanlık Seçimi, sadece bu ülke için değil, tüm dünya için bir dönüm noktası olabilir. Büyük bir sürpriz olup yarıştan Donald Trump galip çıkarsa, içinde bulunduğumuz global belirsizlik hali büyük ölçüde devam eder. Diğer yandan, anketlerin hemen tamamında görüldüğü gibi seçimi Joe Biden kazanırsa, bunu, Trump’ı da Beyaz Saray’a taşıyan global popülizm dalgasının sönümlendiğine ilişkin bir emare sayabiliriz.
Böyle bir sonuç, büyük bir sorgulamayı da beraberinde getirecektir. Sorgulanacak ilk şeylerden biri ise, artık ciddi bir revizyona ihtiyaç duyduğu gizlenemez bir gerçek olarak önümüzde duran global liberal düzen olacak. Popülizmin yükselip tüm dünyaya yayılmasının birincil müsebbibi, 1980 sonrasında formatlanan liberal dünya düzeninin içine girdiği yapısal kriz çünkü.
Liberalizm, köklü bir fikriyat olarak insanlığa barış, gelişme ve refah gibi pek çok fayda sunmuş olsa bile, adıyla anılan dünya düzeni, özellikle son dönemde, global güç dengesindeki değişimler, teknolojinin tüm hayatımızı hızla dönüştürmesi ve tahammül sınırlarını epey aşan eşitsizlikler nedeniyle ciddi bir şekilde sarsılıyor. Bir yeniden formatlama ihtiyacı, acil bir durum olarak önümüzde duruyor. Bu ihtiyaç çerçevesinde fikirlerine yeniden başvurulması gereken en önemli isimlerden biri, çoğu kez ‘sol liberal’ etiketiyle anılan ve ismi 20. yüzyılın en etkili siyaset felsefecileri arasında tepede yer alan John Rawls olabilir.
Esasen, liberal bir düzen içinde insanların birlikte huzur içinde nasıl yaşayabileceği sorusuna cevap arayan Rawls, böyle bir topluma temel teşkil edebilecek ilkeleri tespit edebilmek amacıyla bir ‘düşünce deneyi’ tasarlamıştır. Söz konusu deneyinde bir grup özgür birey, içinde yaşayacakları toplumsal düzenin temelini oluşturacak adalet ilkelerini belirlemek üzere hayali bir toplantıda bir araya gelmişlerdir. Deneyde tüm katılımcıların bir ‘cehalet perdesinin’ (veil of ignorance) arkasından baktıkları varsayılmıştır. Deneydeki ‘cehalet perdesi’ mecazının amacı şudur: İnsanlar hangi konum ve durumda olacaklarını ‘bilmeden’ bir toplumsal düzen kurmaya çalıştıklarında nasıl hareket ederler?
Yanıt zor değildir: Her katılımcı, şansının yaver gitmeyebileceğini hesaba katacak, toplumun ekonomik olarak kırılgan, sosyal olarak düşük statülü kesimlerine mensup olabileceği ihtimalini aklından çıkarmayacak, yetenek, beceri ve zeka konusunda payına aslan payının düşmeyebileceğini dikkate alacak ve böylece toplumun en dezavantajlı kesimlerinin de durumlarının iyileştirilmesi yönünde bir tercihte bulunacaktır.
Böyle bir adalet anlayışına dayanan bir düzenin tesis edilmesi, ancak fırsat eşitliğinin sağlanmasıyla mümkün olur. Bu noktada devletin dağıtımcı rolü önem kazanmaktadır. Hükümetler, toplumda elde edilen başarıların nimetlerinin yalnızca başarıların sahiplerine değil, toplumun diğer üyelerine de yansıtılabilmesi için, vergilendirme ve benzeri yollarla, en dezavantajlı kesimlerin durumlarını iyileştirmeye ve herkese fırsat eşitliği sağlamaya yönelik politikalar yürütebilir.
Bu tabii, eşitsizliklerin tümüyle ortadan kalkacağı bir durumun öngörüldüğü anlamına gelmiyor. Rawls, toplumsal eşitsizliklerin meşru görülebileceğini, ancak bunun söz konusu eşitsizliklerin diğerlerinin de yararına olması koşuluyla ve özellikle toplumun en dezavantajlı kesimlerine de fayda sağladığı oranda mümkün olabileceğini söyler. Aslında insanlar, kendi durumlarını kötüleştirmemek ‘asgari koşulu’ ve kendilerine de fayda sağlayabileceği ‘azami beklentisi’yle eşitsizliğe razı olabilirler. Dezavantajlı durumdaki insanlar için katlanılamayacak eşitsizlikler ise fırsat eşitliğinin bulunmadığı, adil olmayan koşullar içinde edinilmiş ve kendisine fayda sağlamak şöyle dursun- durumunu daha da kötüleştiren türden eşitsizliklerdir.
Rawls’un ufuk açıcı düşünce deneyinin çıktılarından en çok yararlanabileceğimiz zamanlar yeni geldi muhtemelen…