Ekonomik riskler artıyor

Dünya ekonomisi eskisinden de zor bir dönemden geçiyor. Her şeyden önce, ticaret savaşları riskleri gerçekleşme aşamasına geldi ve hem spot hem de vadeli piyasalar bu gelişmelere daha fazla tepki vermeye başladı. Dünya ticaretinde önceden başlamış olan yavaşlama, ekonomik yavaşlamayı da hızlandıracak.

Öte yandan, ABD’nin Orta Doğu’daki İsrail yanlısı politikası sebebiyle, İran ile arasındaki gerginliği giderek artıyor. Bu da yine ekonomik risklerin artması, yavaşlamanın da hızlanması manasına geliyor. ABD’de, kongre de ekonomik savaş naraları atılıyor. Tüm bunlar küresel ölçekte jeopolitik ve ekonomik riskleri artırıyor.
Türk ekonomisi de zor bir dönemden geçiyor. Ekonomik büyüme, ekonomik programda öngörüldüğü gibi çok zayıf ya da negatif seviyede. Buna karşılık enflasyonda kalıcı bir düşüş eğilimi henüz yeterince güçlü değil. Faizlerin yüksekliği ekonomik yavaşlama kadar şirket bilançolarındaki finansal riskleri de artırıyor. Ayrıca, İstanbul seçimlerinin yenilenmesi de ekonomideki olası bir canlanma sürecini iki ay kadar erteledi.
ABD’nin Orta Doğu’daki iğreti politikaları, Rusya’nın pozisyonuyla birleşince, Türkiye’nin güneyinde Suriye’deki normalizasyonu güçleştiriyor. S400 konusunda Türkiye ile ABD’ arasındaki anlaşmazlık ciddi bir krize dönüşebilir ve ekonomi üzerinde etkili olabilir. ABD açıkça Türkiye’nin iç işlerine karışıyor durumda. Durum Kıbrıs harekatı sonrasında yaşanan ambargo dönemini çağrıştırıyor.
ABD’de kongre üyelerinin Türkiye’ye ekonomik savaş ya da yaptırım naraları en önde gelen ve geleneksel müttefiklerinden birisini rahatlıkla gözden çıkartabilme sinyalleri vermesi, kongre üyelerinin bunun uzun dönemde Amerika’nın itibarı ve güvenilirliği üzerinde ne kadar zararlı olacağının da farkında olmadıklarını gösteriyor.
Tüm bunlar, tabii olarak Türkiye’nin CDS primlerini yükseltiyor ve kur hareketlerini şiddetlendiriyor. Yani, müttefiğe karşı ‘ekonomik savaş’ fiilen başlamış sayılabilir. Bu durumda, Türkiye’nin ekonomik alandaki öncelikleri ne olmalıdır?
Öncelikle yüksek enflasyon-düşük büyüme spiralinin kırılması gerekiyor. Burada anahtar büyümenin iç talep yerine dış talebe dayandırılmasıdır. İç talebin kredi genişlemesiyle desteklenmesi mevcut konjontürde mümkün gözükmüyor. Zira hem bankaların risk algısı sebebiyle kredi büyümesine temkinli yaklaşması hem de talep tarafında yüksek faizlerin etkisi kredi genişlemesini engelliyor. Ayrıca, kredi genişlemesiyle iç talebi güçlendirme sonrasında artan borçlanma ve finansal riskleri beraberinde getiriyor. Dolayısıyla, başta da söylendiği gibi mesele iç talebi ve riskleri sınırlı tutarken şirketlerin ciro artışını (yani büyümeyi) dış pazarlardan elde etmek olarak özetlenebilir.

Devamı Z Raporu Haziran 2019 sayısında…

Dikkat çekenler...