2017’de Türkiye’yi değil, Batı’nın kendi içindeki krizini konuşacağız

Gezi isyanı üzerinden ve 17 ve 25 Aralık 2003’teki operasyonlar üzerinden iktidarı hedef alan çok uluslu müdahaleler, ilk bakışta Türkiye’nin iç politikasını dizayn etme, Erdoğan ve ekibini tasfiye etme, münhasıran ABD ve Avrupa ekseninde yeni bir iktidar yapısı oluşturma projesiyle sınırlı sanılıyordu. Türkiye’nin jeopolitik pozisyonunu yeniden tanımlama, 21. yüzyıla dönük konumlanmasını yeniden biçimlendirme olarak algılanmıyordu.
Mesele içeriyle, iç iktidar alanıyla ilgili görülüyordu. Ülke içindeki muhalif çevreler tek çatı altında toplanıp bir direnç oluşturuluyor, hükümet tehdit ediliyor, ülkenin bir an önce Atlantikçi çizgiye çekilmesi ve 20. yüzyıl boyunca devam eden vesayete yeniden teslim olması isteniyordu. Oysa hem Erdoğan, hem hükümet, hem onlara destek veren ezici kamuoyu bu telkinlere, tehditlere, baskılara boyun eğmiyordu.
Ancak 15 Temmuz 2016’da Türkiye’nin imhasına varan ve bu sefer FETÖ üzerinden servis edilen Atlantikçi saldırı, Cumhuriyet tarihi boyunca hiç test etmediğimiz ölçüde bir bunalıma neden oldu. Yeni bir durum, yeni bir tehdit söz konusuydu. İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana Batı ekseninde yer alan Türkiye, ilk kez bu kadar açık şekilde aynı eksen tarafından vuruluyor, saldırı altına alınıyordu. Bu durum, Türkiye’nin 21. yüzyıl çizgisini şekillendirecek ölçüde şok edici bir saldırıydı. Artık mesele iç iktidar meselesi olmaktan çıkmış, gizli niyetler açık edilmiş, Türkiye doğrudan hedef alınır olmuştu.
Bu saldırıyla meselenin çok daha geniş hedefleri olduğu, Türkiye’nin yeniden biçimlendirilmek istendiği, daha küçük parçalara bölünüp coğrafyayı kasıp kavuran fırtına içine sürüklenmeye çalışıldığı, Atlantik ittifakının Türkiye’yi bu haliyle bile fazla gördüğü ve bir tür Suriyeleştirme planı uyguladığı anlaşıldı.
Artık Ankara’nın stratejik ortak olarak tanımlanan ABD ile bütün ilişkilerinin sorgulanması, Avrupa Birliği ile tam entegrasyona yönelik bütün süreci masaya yatırması, Türkiye için yeni bir yol haritası oluşturması zorunluluk haline gelmişti.
Türkiye ne yapacaktı? Batı ile arasına derin bir güven krizi patlamış, tehdit Batı’dan gelir olmuştu. Ortada bir coğrafya kalmamış, yakın çevresindeki bütün haritalar değişmeye yüz tutmuş, ülkeler iç savaşa sürüklenmiş, devletler yerine örgütler ikame edilir olmuştu.
Rusya ile Suriye üzerinden bir kriz yaşıyordu. Rus uçağının düşürülmesinden sonra Ankara-Moskova arasında soğuk rüzgarlar esmeye başlamış, iki ülke neredeyse Osmanlı-Çarlık Rusya’sı dönemlerindeki krizlere sürükleniyordu. Hem siyasi olarak hem de ekonomik olarak Asya piyasalarıyla, Asya’da yükselen güçlerle mesafeli bir ilişkisi vardı. İran’la bütün bölge üzerinde örtülü güç mücadelesi yaşıyordu, Arap dünyasının tükenmişliği karşısında Sünni dünyanın sığınağı haline gelmişti. Tahran-Moskova ekseni de Türkiye’yi Doğu’dan sıkıştırıyordu.
Suriye üzerinde Atlantikçi güçlerle ortak yürüttüğü müdahalede yapayalnız kalmış, güney bölgesi örgütlerin denetimine girmişti. Müttefikleri açık açık terör örgütlerini tercih etmiş, bu örgütler üzerinden hem içeriden hem güneyden Ankara’yı sıkıştırır olmuştu. Türkiye içeriden çökertilmek istenirken, Batı’dan vurulurken, Doğu’dan sıkıştırılırken, Güney’den çevreleniyor, adeta kuşatılıyordu.
Arap Baharı döneminde geniş coğrafyayı etkisi altına alan özgürlük ve bağımsızlık söyleminin en büyük destekçisi olması, Arap Baharı rüzgarının tersine çevrilmesi ve Türkiye’nin bölge ile ilgili bütün hesaplarının sıfırlanması da bu çevreleme, sıkıştırma planının parçası gibi duruyordu.
Birinci Dünya Savaşı sonrası en büyük bunalım Türkiye’nin kapılarını, sınırlarını, haritasını, ülke bütünlüğünü, siyasi bağımsızlığını yokluyor, zorluyordu. Bu arada dünyanın gizli gizli hayranlıkla izlediği dev projeler hataya geçiriliyor, tam bu sırada ekonomik kriz senaryoları ardı ardına servis ediliyordu.
İşte 2016 böyle bu krizlerin zirve dönemi oldu. Türkiye tarihinin en ağır travmaları bu dönemde yaşandı. Terörle, saldırılarla, ekonomik kriz senaryolarıyla, iç iktidar bunalımlarıyla, etnik ve mezhep eksenli iç atışma tezleriyle ve 15 Temmuz akşamı yaşanan o açık saldırıyla… Ne oluyordu ve Türkiye neden bir anda böyle hedef haline getirilmişti?
Bunun için sadece Türkiye’ye bakmak yeterli değildir. Sadece Ortadoğu’ya bakmak da yeterli olmayacaktır. Küresel ölçekteki derin değişime, yeni eğilimlere, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle başlayan örtülü dünya savaşına, bu savaşın hangi boyutlara geldiğine, Atlantik ekseni ile dünyanın geri kalanı arasındaki güç hesaplaşmasına, Atlantik’in kendi içindeki çatışma alanlarının belirginleşmesine, bu çerçevede AB projesindeki anlam kaybına ve birliğin çözülme sürecine girmesine, ABD’nin yirmi yıldır dünyayı sürüklediği ağır bunalıma, Batı ile Rusya arasındaki çekişmelere dikkatlice bakmak gerekiyor.
Aslında kriz küresel ölçeklidir. Hemen bütün merkez güçler arasında ciddi gerilimler, çatışmalar var ve bu hızla tehlikeli bir hal alıyor. Olağanüstü bir stres birikimi söz konusu ve bu nükleer patlamanın kısa zaman içinde yeryüzünün bazı bölgelerinde patlayacağına dair ciddi endişeler var.
Küresel ekonomik kriz, ABD ve Avrupa’nın direnmesi nedeniyle çözülemedi. Buna bağlı olarak da küresel iktidar alanı biçimlenemedi. Uzlaşma ve paylaşma yerine çatışma öne çıktı ve Asyalı güçlerle Batılı ülkeler arasında korkunç bir hesaplaşma başladı. Örtülü dünya savaşı, birçok bölgede yerel kriz alanları üretti. Bu yerel ölçekli çatışmanın bir anda çok ülkeli çatışmalara dönmesi an meselesi gibi. Özellikle Doğu Avrupa, Baltık bölgesi, Pasifik bölgesi küresel hesaplaşmanın daha doğrusu yeni dünya savaşının ana cepheleri olacak gibi.
Buradan bakınca Türkiye’de yaşanan gerilimler bir yere oturuyor. Tanımlanması daha kolay hale geliyor. Uluslararası sistemin çöktüğü, uluslararası sözleşmelerin anlamını yitirdiği, insanlığın ortak karar ve kanaat alanlarının daraldığı bir dönemdeyiz. Ülkeleri sınırlayacak, makul alana çekecek hiçbir mekanizma kalmadı.
ABD’nin önümüzdeki dönemde nasıl bir küresel politika izleyeceği belirsizliğini korurken, AB moral üstünlüğünü kaybedip çözülme sürecine girerken, birçok orta ölçekli ülke bu belirsizlik okyanusunda pozisyon arayışına girerken Türkiye’nin arayışı tehditlere meydan okuma, üstüne gitme, küçülme yerine büyüme şeklinde formatlandı. Sıkıntı burada patladı.
Batı ekseni Türkiye’yi Soğuk Savaş dönemindeki ‘cephe ülke’ kategorisine indirgemeye çalışırken Türkiye buna asla razı olmayacağını ortaya koydu. O artık küresel iktidar alanında oyuncu olmak, pay almak istiyordu. Çatışma da buradan çıkıyordu işte.
2016 yılı bu hesaplaşmanın en ağır örnekleriyle geçti. Küresel krizle birlikte değerlendirildiğinde Türkiye için kriz dönemlerinin sonlarına yaklaşıldığı, dünyanın ilgisinin ve ağırlığının başka kriz bölgelerine kayacağı söylenebilir. Avrupa içinde, Doğu Avrupa’da ve Pasifik’te kriz alanları belki de bu yıl sona ermeden patlamış olacak.
Kişisel olarak 2017’nin ilk çeyreğinden sonra Türkiye’de kısmi rahatlamanın başlayacağını, belirsizliklerin netleşeceğini, yol haritasının belirginleşeceğini, ülkenin bu ağır bunalımdan kurtulmuş olacağını düşünüyorum. Bu dönemde, krizlerin, gerilimlerin Türkiye’den ve yakın coğrafyasından daha uzaklara taşınmış olacağını tahmin ediyorum.
Eğer Türkiye için bir gelecek öngörüsü yapmak istiyorsak, içeriden çok dünyaya, küresel kriz alanlarına, nasıl bir dünyanın şekillendiğine, ne tür güç hesaplaşmalarının yaşandığına bakmayı öneriyorum. Yaşadıklarımızın makul açıklaması içeride değil dışarıda.
Aslında dünyanın çivisi çıkmış, her ülkenin ekseni kaymış durumda. Kafamızı kaldırıp İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki en büyük krizin yaklaştığını görmemiz, Türkiye’deki durumu bu çerçevede tartışmamız gerekiyor. Bunu göremeyenlerin Türkiye için söz gücü olmayacaktır.
2017’de Türkiye’nin değil, Batı’nın kendi içindeki krizleri, merkez güçler arasındaki çatışmaları tartışacağız.

Dikkat çekenler...