Dünya siyaset sahnesi, 20. yüzyılın başında yaşanana benzer bir başkalaşım sürecinden geçiyor. Geçmişe dönüp baktığımızda, 19. yüzyılın özellikle ikinci yarısından itibaren, hızla yaygınlaşan sanayi devriminin sonucu olarak kentlere doluşan işçi sınıfının, toplumsal ve siyasi düzlemlerde ciddi bir tektonik hareket başlattığını görüyoruz. İşçi sınıfına liderlik etmek iddiasıyla yola çıkan sosyalist hareketlerin bazıları devrimci kalkışmalara da giriştiler ama bu hareketliliğin Avrupa ve dünya siyaseti üzerindeki etkisi bu tür aşırılıklarla sınırlı kalmadı, tüm siyasi yelpazeye yayıldı.
Devrim ise, Marx ve Engels’in beklediği gibi sanayileşmiş Batı ülkelerinde değil, ilk olarak Rusya’da başarıya ulaştı, sonraki aşamalarda da yalnızca diğer sanayileşememiş toplumlara sıçrayabildi. Sanayileşmiş Batı toplumları da bu pandemiden etkilendiler elbette ama iş devrim raddesine varmadı. En çok yaklaştığı Almanya’da bile büyük bir bastırma hareketiyle karşılaştı ve Almanya bunun ardından Nazizm’in kucağına yuvarlandı.
Diğer yandan, başta İngiltere ve Fransa’da olmak üzere sosyalist hareketler, devrimcilerin terminolojisiyle ‘revizyonizme’ yöneldiler, daha sıhhatli bir politik değerlendirmeye göre ise kurulu düzene entegre oldular. (Almanya’daki sosyalist hareketler ise bu entegrasyon işini ancak 2. Dünya Savaşından sonraki dönemde başarabildiler.)
İngiltere ve Fransa’daki sosyalistler de başlangıçta devrim için yola çıkmışlardı. Yol boyunca özellikle Fransa’da sürdürülemeyen devrim deneyimleri bile yaşandı ancak işin sonunda işçi sınıfı ve onun liderliğine soyunanlar düzenle uzlaşmayı çıkarlarına daha uygun buldular. Batı Avrupalı sermaye sınıfı da, Rusya’da yaşanan devrimden ders alarak ve biraz da 1. Dünya Savaşının yarattığı devasa toplumsal tahribatı bir ölçüde gidermek, toplumun hepten çökmesinin önüne geçmek için, sosyalist hareketlerin siyaset gündemine taşıyıp hayata geçirdikleri yeniden bölüşüm politikalarına rıza gösterdiler.
KURUMSAL SİYASETTEKİ DEĞİŞİM
Bütün bu gelişmelerin kurumsal siyasetteki karşılığı ise, özellikle 18. yüzyılın ortalarından o zamana kadar süregelen muhafazakar-liberal eksenli merkez siyasetin gittikçe güç kaybetmesi, liberallerin hızla yükselen işçi partileri karşısında üçüncü plana düşmesi, hatta muhafazakarların bir fraksiyonuna dönüşmesi ve nihayet sosyalist-muhafazakar karşıtlığına dayanan yeni bir merkez siyasetin şekillenmesi oldu. Bu anlamda en belirgin değişim İngiliz siyasi sisteminde oldu. İngiliz (veya Anglosakson geleneğinde) Tory mazmunuyla anılan Muhafazakar Parti bugün hâlâ iktidar alternatifi olarak varlığını muhafaza ederken, Whig diye isimlendirilen Liberal Parti’nin yerini İşçi Partisi aldı. İngiltere’de geçtiğimiz günlerde yapılan son seçimler, adamakıllı sallansa da bu eksenin hâlâ yerinde durduğunu gösteriyor.
Günümüzde İngiliz kurumsal siyasetindeki dönüşüm şimdilik bir sallantıyla sınırlı kalmış gibi görünse de, Fransa gibi büyük güçler de dahil olmak üzere diğer bazı Avrupa ülkelerinde çok daha radikal bir değişim yaşandı. Fransa özelinde eski merkezin son seçimler itibariyle neredeyse tümüyle çöktüğünü söylemek gerekiyor. 577 sandalyeli parlamento için yapılan son seçimler neticesinde merkez sağ Cumhuriyetçiler 136 sandalye elde ederken, Sosyalist Parti 44 sandalye ile tam bir hezimet yaşadı. Eski merkez siyaset, iki kanadıyla toplamda 200 sandalyeyi bile geçmezken, bir yıl öncesine kadar partisi bile olmayan çiçeği burnunda Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, 350 sandalye ile mutlak çoğunluğu elde etti. Yeni seçilen milletvekilleri ile ilgili olarak paylaşılan bir rakam, yaşanan büyük dönüşümü çok net bir şekilde yansıtması bakımından özellikle manidar. Parlamentoya son seçimle giren 577 vekillin 424’ü ilk kez seçilmiş isimler. Bir başka deyişle yeni Fransız parlamentosu çok büyük ölçüde siyasi ‘acemilerden’ oluşuyor.
Macron liderliğindeki En Marche!’ın an itibariyle en popüler örneğini teşkil ettiği yeni nesil siyasi hareketler güçlerini tabandaki büyük değişim arzusundan alıyor. Yunanistan’ın Çipras liderliğindeki Syriza hareketi, iktidara yürüyemese bile gündem yaratmayı başaran Jean-Luc Melenchon liderliğindeki Fransız aşırı solu veya Brexit oylamasında AB’ye hayır çıkmasının en büyük müsebbipleri arasında sayılan Nigel Farage liderliğindeki UKIP, ideolojik olarak olmasa da toplumdaki yeni siyaset arayışlarının karşılığı olarak birlikte değerlendirilmeyi hak ediyor. Partisi tarafından seçim sürecinin başından sonuna kadar desteklenmeyen ve kabul görmeyen Donald Trump ve destekçilerini bile bunların arasına dahil etmek mümkün.
Bu yeni nesil siyasi hareketlerin ortak özelliği, eski merkez siyasetin altını oymaları ve bazı örneklerde bu yapıyı tümüyle çökertmeleri. Fransa özelinde çöken eski merkezin yerine yeni bir merkez inşa etmeyi de başardılar bu arada. Dipten gelen bu dalgalar neticesinde, orta ve uzun vadede kurumsal siyasetin tam olarak nereye evrileceğini söylemek şimdilik güç çünkü bu hareketlerin 19. yüzyılın sonu, 20. yüzyılın başında Avrupa kurumsal siyasetini yeniden şekillendiren sosyalist hareketler gibi güçlü ideolojik kökenleri ve programları yok gibi. Bu yeni hareketlerden iktidara gelebilenler biraz da el yordamıyla politika üretmeye çalışıyorlar.
Bu anlamda Macron’un Fransa’da ortaya koyacağı program ve performans, kıtadaki ve dünyadaki diğer yeni nesil siyasi hareketler için öncü ve ilham kaynağı olabilir. Yaşayacağı muhtemel bir başarısızlık ise, Avrupa ve dünya için pek hayra alamet olmayacaktır