GEZEGEN SUSUZLUKLA SINANIYOR. DÜNYA NÜFUSUNUN YARISINDAN FAZLASI BUGÜN SU KITLIĞI YAŞIYOR, MİLYONLARCA İNSAN İSE GÖÇÜN EŞİĞİNDE. TÜRKİYE DE KİŞİ BAŞINA DÜŞEN BİN 300 METREKÜPLÜK POTANSİYELİYLE KRİTİK BİR EŞİKTE. TARIMIN YÜKSEK PAYI, YERALTI SULARINDAKİ HIZLI ÇEKİLME VE ŞEHİR ŞEBEKELERİNDEKİ KAYIPLAR TABLOYU AĞIRLAŞTIRIYOR. ÇIKIŞ YOLU OLARAK DENİZ SUYUNUN ARITILMASI GÜNDEME GELSE DE, YÜKSEK ENERJİ MALİYETLERİ VE EKOLOJİK RİSKLER BU YÖNTEMİ TEK BAŞINA KURTARICI OLMAKTAN UZAKLAŞTIRIYOR. ARTIK SU SADECE ÇEVRESEL DEĞİL; EKONOMİK, SOSYAL VE JEOLOPOLİTİK BOYUTLARIYLA DA GELECEĞİN EN SERT MÜCADELESİNE DÖNÜŞMÜŞ DURUMDA.
FATMA NUR DİNÇ
Dünya nüfusunun yarısından fazlası su kıtlığıyla karşı karşıya ve iklim krizi derinleştikçe bu sayının artması bekleniyor. Küresel ısınma, kontrolsüz su kullanımı, kirlilik ve sanayileşme, birçok bölgeyi su stresiyle baş başa bırakıyor. Birleşmiş Milletlere göre 2030’a kadar 700 milyon insan su kıtlığı nedeniyle göç etmek zorunda kalacak. Bugün dünya nüfusunun üçte ikisini oluşturan 4 milyar insan, her yıl en az bir ay ciddi su sıkıntısı yaşıyor. Oysa gezegenin yüzde 70’i suyla kaplı olmasına rağmen bunun yalnızca yüzde 2,5’i tatlı su. Bu sınırlı kaynaklar hızla tükenirken, 2022 itibarıyla 2,2 milyar insan güvenli içme suyuna erişemiyor.
Dünya Kaynakları Enstitüsü’nün verilerine göre, 2050’ye kadar su talebinde en büyük artış Sahra Altı Afrika’da yaşanacak; bölgede talebin yüzde 163 artacağı öngörülüyor. Latin Amerika’da aynı dönemde yüzde 43’lük artış bekleniyor. Su yönetimi ve su krizinin ekonomik boyutlarını ele almak amacıyla 2022’de Hollanda’da kurulan Global Su Ekonomisi Komisyonu da 2024 raporunda uyarıyor: Dünya su sistemleri bugüne kadar görülmemiş bir baskı altında ve on yılın sonunda taze suya olan talep mevcut arzı yüzde 40 oranında aşacak.
Üstelik mesele yalnızca arz-talep dengesizliğiyle sınırlı değil. Dünya tatlı su akışının yüzde 60’ı, sınırları aşan 310 nehir ve 468 akiferden geliyor. Bu ortak kaynaklar, 153 ülkenin ekonomisini ve güvenliğini doğrudan etkiliyor. Son yıllarda yalnızca 2020–2023 arasında suya erişim konusunda 400’den fazla anlaşmazlık kayda geçti; bazıları ülke içi çatışmalara kadar tırmandı.
Tüm bu gelişmeler, su krizinin artık yalnızca çevresel bir sorun olmadığını; aynı zamanda ekonomik, sosyal ve jeopolitik bir risk alanı haline geldiğini gösteriyor. İşte bu noktada, “Deniz suyunun arıtılması (desalinasyon): Çözüm mü, lüks mü?” sorusu giderek daha fazla gündeme geliyor.
ZENGİNLİK VE KITLIK ARASINDAKİ DENGESİZLİK
Küresel ölçekte tatlı su kaynakları birkaç ülkenin elinde yoğunlaşıyor. İlk beş ülke, dünya yenilenebilir tatlı su rezervlerinin yüzde 43,2’sini kontrol ediyor. Brezilya, Amazon havzasının sunduğu devasa potansiyelle tek başına küresel tatlı suyun yüzde 13,2’sine sahip. Rusya, dünyanın en büyük tatlı su göllerinden birine ev sahipliği yaparak küresel rezervlerin yüzde 10,1’ini elinde bulunduruyor. Kanada’nın gölleri ve ABD’nin güçlü nehir sistemleri, her iki ülkeye sırasıyla yüzde 6,7 ve 6,6’lık önemli bir pay sağlıyor. Çin de yüzde 6,6’lık oranla listede yer alıyor.
Bu tablo, suyun sadece doğal bir kaynak değil, aynı zamanda ekonomik ve jeopolitik bir güç unsuru olduğunu gösteriyor. Türkiye ise dünya nüfusunun yüzde 1,15’ini barındırmasına rağmen küresel tatlı su kaynaklarının yalnızca yüzde 0,6’sına sahip. Bu durum, ülkeyi su stresi yaşayan ülkeler arasında konumlandırıyor ve mevcut kaynakların korunmasını stratejik bir zorunluluk haline getiriyor.
STRES EŞİĞİNDEN KRİZ KAPISINA
Türkiye, üç kıtanın kesişiminde yer alan stratejik konumuna rağmen, yarı kurak coğrafyası ve düzensiz yağış rejimi nedeniyle su kaynakları yönetiminde hassas bir ülke. Nüfus artışı, kentleşme, sanayileşme ve iklim değişikliğinin bileşen etkileri, su talebini her geçen gün artırıyor ve mevcut kaynaklar hızla tükeniyor.
Genel kabul gören tanıma göre, kişi başına düşen kullanılabilir yıllık su miktarı bin metreküpün altına düştüğünde bir ülke ‘su fakiri’, bin–bin 700 metreküp aralığında ise ‘su stresi’ yaşayan ülke kabul ediliyor. TÜİK verilerine göre Türkiye’de bu değer yaklaşık bin 300 metreküp düzeyinde. Yani Türkiye hâlihazırda ‘su stresi’ yaşayan ülkeler arasında ve mevcut eğilim sürerse önümüzdeki beş yıl içinde ‘su fakiri’ konumuna gerileyebilir. Falkenmark Endeksi de Türkiye’nin su kıtlığı eşiğinde olduğunu ortaya koyuyor.
Türkiye Su Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Lütfi Akca, bu tabloyu rakamlarla somutlaştırıyor. Türkiye’nin ortalama yıllık kişi başına düşen su potansiyelinin yaklaşık bin 300 metreküp olduğunu, Konya, Akarçay, Burdur, Gediz ve Büyük Menderes havzalarında ise bu miktarın 500 metreküpün altına indiğini belirtiyor. Ona göre, su havzalarında coğrafi koşullar ile sosyo-ekonomik gereklilikler arasında ciddi farklılıklar bulunuyor ve bu nedenle tek tip merkezi politikalar yetersiz kalıyor. “Hem ulusal ölçekte stratejik planlama hem de yerelde havza bazlı yönetim modelleri eş zamanlı yürütülmeli” diyen Akca, yaklaşımda köklü bir değişim gerektiğini vurguluyor.
UNESCO’nun 2022 raporu da benzer şekilde Türkiye’nin geleceğine ilişkin çarpıcı uyarılar içeriyor. Yaz sıcaklıklarının artması, kar örtüsünün azalması ve yüzey sularındaki kayıplar nedeniyle 2100 yılına kadar kullanılabilir su miktarının yüzde 25 azalacağı öngörülüyor. Tarım ve Orman Bakanlığı’na göre ise 2030’a dek mevcut kaynaklar yüzde 20 oranında gerileyebilir. Bu azalma, suyun coğrafi olarak dengesiz dağılımıyla birleştiğinde, bazı bölgelerde krizin çok daha ağır hissedilmesine yol açacak.
Boğaziçi Üniversitesi İklim Değişikliği ve Politikaları Uygulama ve Araştırma Merkezi Müdürü Prof. Dr. Levent Kurnaz, yağışların geçmişe kıyasla daha düzensiz ve öngörülemez hale geldiğini belirtiyor: “Kurak dönemler uzarken, ani sağanaklar artıyor. Şiddetli yağışlar toprağa nüfuz etmeden akışa geçtiği için yeraltı sularının beslenmesi zorlaşıyor. Karadeniz daha fazla yağış alırken, Ege, İç Anadolu ve Güneydoğu kuraklık riskiyle karşı karşıya kalıyor. Ayrıca Doğu Anadolu’daki kar yağışı azalıyor ve daha erken eriyor, bu da yaz aylarında tarım ve içme suyu rezervlerini azaltıyor.”
Kurnaz’a göre Türkiye’yi bekleyen riskler sadece kırsalı değil kentleri de ilgilendiriyor. Özellikle İstanbul, İzmir, Ankara ve turizm bölgelerinde dönemsel su kesintileri kapıda. Tarımsal verim kaybı gıda fiyatlarını artırabilir, hidroelektrik üretimindeki dalgalanmalar enerji güvenliğini riske sokabilir ve kırsalda suya erişimin zorlaşması köyden kente göçü hızlandırabilir.
TARLADAN GELEN SU KRİZİ
Türkiye’de su tüketiminin en büyük payı tarımda. Akca, toplam suyun yüzde 70’ten fazlasının bu alana gittiğini belirterek, ‘Suya Göre Tarım’ politikasıyla ürün deseninin iklime ve havza bütçesine uygun biçimde değişmesi gerektiğini, bunun yalnızca tasarruf değil; çiftçi geliri, kırsal refah ve gıda güvenliği için de kritik olduğunu vurguluyor.
ODTÜ Deniz Bilimleri Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Barış Salihoğlu ise plansız sulamanın yeraltı sularını 40 metreye kadar çektiğini ve bunun sürdürülemez olduğunu belirtiyor. “Su harcamalarında çok rahat davranıyoruz, tarım ve su politikası baştan sona gözden geçirilmeli” diyor. Ayrıca hayvansal üretimin yüksek su ve karbon ayak izine dikkat çekerek, bitkisel proteine yönelimin hem su kaynaklarını hem ekosistemi koruyacağını hatırlatıyor. “Bir gölün yüzde 10’unu kaybettiğinizde, ekosistemin yüzde 70’ini kaybedersiniz” sözleriyle tehlikeyi somutlaştırıyor.
Çevre ve Sürdürülebilirlik Uzmanı Ufuk Dinç ise tatlı suyun yüzde 77’sinin tarımsal sulamaya gittiğini, bunun büyük kısmının verimsiz salma sulamayla yapıldığını ve suyun yarısının boşa aktığını söylüyor. Çözüm için kapalı kanallar, damla sulama, çiftçi teşvikleri ve ürünü kaynağa göre belirleme öneriyor. Ayrıca şehir şebekelerindeki kayıp-kaçakların azaltılması ve tasarruf bilincinin artırılmasının da hayati olduğunu vurguluyor.
DENİZ SUYU: UMUT MU, PANSUMAN MI?
Tarımsal sulamada verimsizlikler, yeraltı sularının hızla tükenmesi ve artan şehir nüfusunun baskısı, gözleri alternatif su kaynaklarına çeviriyor. Bu noktada öne çıkan seçeneklerden biri de deniz suyunun tatlı suya dönüştürülmesi. Deniz suyunun tuzdan arındırılmasında iki temel yöntem öne çıkıyor: ters ozmoz ve termal arıtma. Ters ozmozda deniz suyu, yüksek basınç altında yarı geçirgen bir zardan geçirilerek tuzdan ayrıştırılıyor. Daha düşük enerji ihtiyacı nedeniyle günümüzde en yaygın kullanılan teknik bu. Termal arıtmada ise su buharlaştırılıp yoğunlaştırılarak tatlı su elde ediliyor. Ancak her iki yöntemde de, deniz ekosistemleri için tehdit oluşturan yüksek tuzlulukta atık su ortaya çıkıyor. Yüksek enerji ihtiyacı ve maliyetler de bu teknolojilerin en çok tartışılan yönü.
Dinç ise Türkiye gibi su stresi yaşayan ülkelerde deniz suyu arıtma yatırımlarının farklı ihtiyaçlara göre şekillendiğini hatırlatıyor. Ona göre şehir şebekelerinde içme ve kullanma suyu temini, sanayi kuruluşlarının üretim süreçleri ve turizm bölgelerindeki otel yatırımları başlıca alanlar. Marmara, Ege ve Akdeniz’de birçok sanayi tesisi ve turizm işletmesi halihazırda bu yöntemi kullanmaya başladı. Çeşme, Bodrum, Marmaris ve KKTC gibi turizm bölgelerinde desalinasyon tesisleri, artan nüfus ve yapılaşmayla birlikte adeta altyapı yatırımlarının bir parçası haline gelmiş durumda. Dinç ayrıca Avşa Adası gibi ada vasıflı bölgelerde devlet eliyle işletilen tesislerin bulunduğunu, İstanbul, İzmir ve Muğla gibi su stresinin ağır yaşandığı şehirlerde ise belediyelerin yeni yatırımlar için fizibilite çalışmalarına başladığını belirtiyor.
Kurnaz ise deniz suyunun arıtılmasının özellikle su fakiri ülkeler için cazip göründüğünü, ancak “çok yüksek enerji maliyetleri, çevresel etkileri ve uzun vadede bağımlılık riski” taşıdığını hatırlatıyor. Kurnaz, “Türkiye gibi hâlâ önemli ölçüde tatlı su rezervine sahip bir ülkede, deniz suyuna yönelmek stratejik bir çıkış değil, geçici bir pansuman olacaktır” diyor.
Devamı Z Raporu Dergisi Ekim 2025 sayısında…
